Duvar Saatleri


Duvar saatleri dolu bir oda hayal ediyorum. Türlü, türlü, farklı farklı saatler.  Sanki, eski bir saat tamircisi dükkanı gibi.  Daha sonra odanın içerisine bir soba koyuyorum.  Alevler dans ederken ara sıra gözüme çarpıyorlar. Hafif kabarmış cam pleksi penceresinden bakıyorum alevlere.  Duvar saatlerinin zincirli kuyruklarının sonunda hep bir kozalağa benzettiğim saniye salıncağına bakıyorum.  Her bir saatin sarkacı farklı salınıyor.  Zaman akıp gidiyor.  Soba yanıyor.  Oda sımsıcak.  Bir sandalye çekiyorum, altıma. Duvarlara bakıyorum.  Duvarlar canlı gibi.  Saatler ile ahbaplık yapıyorum.  Bir masa yerleştirmeliyim, ama nereye? Sandalyeyi de yanına yanaştırıyorum.  Duvara, dayayacağım masayı.  Bir masa lambası ışığı altında bir kaç satır yazacağım, bırakacağım kalemi birdenbire.  Saate bakacağım.  Kalkıp gideceğim, yan odaya bomboş yalnız duvar saatsiz odaya, yazım, kalemim ve saatlerim orada kalacak.  Masadaki lambanın ışığı açık kalacak.  Kapı aralık kalacak. Yazı baki kalacak.  Zaman akıp gidecek,  daima...

Cız bızz


Türkçe, her lisanın olduğu gibi nev'i şahsına münhasır bir dil! Bu kendine özgünlüğün yeme içme kültürü ve pişirme sesleri ile olan bağlantısı benim için ayrıca dikkate şayan! 

"Hiç mi vicdanın sızlamadı?
İçim cız etti vallahi!
Yüreğime soğuk sular serpildi.
Ne öyle şıkır şıkır takıştırmışsın?
Herkesin gözü önünde çocuğu şapır şupur öptü.
Niye suratını ekşittin?
Bal yiyen baldan usanır.
Bundan iyisi Şam'da kayısı!
Bu oğlan da çiroz gibi ayol! Ötekine baksana yumurta gibi, peh!
Bugün de hava limonata.
Balık etliyi kimselere değişmem."

İşte böyle; içinizin yağları erisin, peynir_ekmek gibi mallarınız satılsın, ağzınızdan bal damlasın, kaynananız dut yemiş bülbüle dönsün, hepinizin sofraları Halil İbrahim bereketiyle dolsun.

Ada vapuru;22 Mart Pazar; Bostancı açıkları.