İki ayağımın üzerinde dikilirken - 3.bölüm

./..

Neyse, toplantıyı da atlattım.  Artık, evdeki sarı kanepem beni bekliyor.  Neyi kaydetmiştim en son?  Lost'un kaçıncı bölümünde kalmıştım?  Her neyse, seyredince hatırlarım.  Akşam karanlığı çökmeye başladı mı, ofisin temposu da günü yorgun saatlerine ayak uyduruyor.  Hareketler ve mesaj trafiği yavaşlıyor.  Ofisin hedefi aynı: bir an önce buradan çıkmak!

Asansörde o sevdiğim kokuyu duyuyorum yine  Gözlerimi kapatıp, içime çekiyorum.  Parfümle karışık ten kokusu.  Ama asansör o kadar kalabalık ki, kimden geldiğini ancak tahmin edebilirim.  Yoksa, şu deve tüyü paltolu, kırımızı rujlu, kumral hatun mu?  Tanıyorum onu galiba.  Yukarıdaki gemi acentesinde çalışıyor.  Bir kaç defa köşedeki börekçi de dikkatimi çekmişti.  Oturup, yiyiyordu.  Diğerleri gibi paket yaptırmamıştı.  Önünde de sıcak süt vardı.  Şimdi daha iyi hatırlıyorum.  Birisine de benzeteceğim, sanki.  Haa, evet, Gywenth Paltrow'a benzetiyorum onu!  Böyle güzel kadınları sürekli bir aktrislere benzetirler.  Ancak, çoğu zaman benzetilenlerin arasında bir benzerlikte yoktur.  Bir arkadaşımı hem Ezgi Mola'ya hem de Angelina Jolie'ye benzetilerdi, mesela!  Herhalde, onların görüp de benim yakalayamadığım, bir incelik var!  Kimbilir?  Ama bu kumraldan eminim, kesinlikle benziyor.  Fakat, daha somurtkan.  Nasıl olmasın?  Somurtkan olmak bu coğrafyada kadına gizem ve statü kazandırıyor.  Askıntı eşiğini daha yukarıya taşıyorsun.  Belki de bunu bir tür savunma mekanizması olarak kullanıyordur.  Neden olmasın?


Yürüken, birden, tiz bir " Merhaba" sesi ile irkiliyorum.

" Ozann?! "
" Feride? Merhaba, naaber? "
" İyidir, vallahi. Sen nasılsın? Asıl? "
" Ne olsun? Koşturmaca, iş, güç, işte "

Feride ile altı ay kadar çıkmıştık.  Çok güzel de zaman geçirmiştik!  Sonra, yollarımız ayrıldı.  Aradan da sanırım, bir yıl geçmiş olmalı.  Ama, kimin, kimde gönlü kaldı belli değildi.  İkimiz de serinkanlı davranmaya çalışmıştık.  O zamandan beri ilk görüşüm.  Şimdi, bir nebze tıkandım.  O tiz sesinin beni olumlu etkilemediğini hatırladım, evet.  Ama şimdi?  Ne demeliyim? Konuşmaya nereye götürmeliyim? Bir çıktığı var mı? Ya da varsa, yoksa ne fark eder?  Bir yere davet etsem, çok ham olacak?

" Hiç aramıyorsun?  Ne oldu? Dargın mıyız? "
" Haa, yok ya!  Neden dargın olalım? Bir bahane çıkmadı vallahi "
" Bahane aramana gerek yok ki!  Hal, hatır sormak da mı bahaneyle ? "
" Evet, haklısın, biz eski arkadaş sayılırız.  Değil mi? "
" Kesinlikle. "
" Zamanın varsa, bir şeyler içelim, şurada şirin bir café var! "
" Aaa, çok isterdim ama, bir yere sözüm var.  Yetişmeliyim.  Başka, sefere ha? olur mu? "
" Tabi, tabi. Olur, neden olmasın.  Ben de öylesine diye ... ""
" Ozan'cım, ben gitmeliyim.  Kendine iyi bak, bahane aramayı bırak, ara olur mu? "
" Olur, olur. Hadi, sen de dikkat et kendine, Bye! "

Mesajları kendime göre yorumlayıp, olur olmadık anlamlar çıkarmakta üstüme yok ki! Bu konuda bir numarayım.  Kimseye kaptırmam, bu sırayı.  Hödük gibi kaldım.  Konuşmalarından sanki, muhabbeti daha uzatmak istermiş gibi geldi bana.  Oysa, bir yere sözü varmış.  Kimbilir, belki de sözü falan yok.  Sadece, beni, başından savmak için uydurdu.  Düştüğüm, durma bak!  Ahmak gibi hissediyorum kendimi.  Eski, eskidir.  Neden, dönüp bakarsın?


../devamı yarın


      

3 Şiir ( Hüzün,Yeşil Koltuk ve İki Kere)


Hüzün

Herkesin gülüp, oynadığı yerde,
Hüzünlüsün.
Seni hüzünlü olduğun için seviyorum.
Hüznü seviyorum, hem de seni seviyorum.
Sen hüzünlü olunca sevgi doluyor içim,
Hüznü sevmek, ayı seyretmek gibi,
Hissetmiyorsun ama keyif alıyorsun.



*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*


Yeşil Koltuk

Seni düşümde gördüm.
Hani o yeşil koltukta,
Bacakların çapraz olup,
Sağ bacağın, sol bileğine dolanmıştı.
Ancak, ayakkabılarının burnu bana bakıyordu.
Ben sana bakıyordum, sen dergiye bakıyordun!
Dergi sana yakın, ben sana uzak!


*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*

İki Kere

Babam ölmüştü, iki kere,
Annem ise diriydi,
Ben kızgındım.
Kızgınlığımı göstermeye hakkım vardı.
Annemin ise gece yarısı hıçkırıksız ağlamaya,
Annemin hıçkırıksız ağlama hakkı,
Sessiz ve suskun çıldırma hakkının yerini alamadı.
Annemin erkekleri hayatta kalamadılar.
Hayatındaki erkekler ise onun olamadılar.
Çoktan seçmeli çıldırma hakkını,
İşaretlemişti o, çoktan.

26.06.06

İki ayağımın üzerinde dikilirken - 2.bölüm


./..

Sabah ilk iş bilgisayarı açıp e postama bakmayacağım bugün.  Mutlaka canımı sıkan bir mail vardır, şimdi.  Aranmıyorum bu sabah nedense, diğer sabahlar gibi.  Bazı sabahlar, o canımı sıkacak e-postayı deliler gibi ararken buluyorum kendimi. Hızlı ve kendinden emin adımlarla ilerliyorum masama.  İki hamlede açıyorum bilgisayarı.  Ekranlar açıp, kapanıp, kum saati de devrilip dururken bacağımı sallamaya başlıyorum.  Sabırsızlıkla bekliyorum, onu.  Bir an önce geleceğini biliyorum.  Hah, işte tam karşımda.  Hem de beklediğim kişiden üstelik.  Sinir bozacak kadar kişiye de cc yapılmış.  Ama  bugün o günlerden değil.  Boşveriyorum.

Bugün akşamı etmek için idare edilecek bir gün.  Suya, sabuna dokunmadan fazla kişiye de görünmeden geçmeli bugün.  Kart basarken çıkan bip seslerinde kaybolunacak bir gün.  Yarını kurtarmak için bugünü feda etmeliyim.  Kravatımı çıkaramayacağım demek ki! Dikkat çekerim, zira.  Oysa, kravatsız takım elbise ve gömlek giyenlere özeniyorum.  Hem uygar, hem de Mafioso bir imaj.  Tatlı-ekşi çin yemekleri gibi.  Tezat, ama güzel.   Başka sefere.  Belki bir cuma günü bunun için daha uygun. Aa, Pelin geliyor.  Pelin genel müdürün sekreteri.  5 yılı aşkın şirkette.  İyi geçiniyoruz.  Karşılıklı kurlaşıyoruz ama ilerisine geçmeyi hiç düşünmedik!  En sevdiğim elbisesini giymiş, bugün.  O mayi kolye de çok yakışıyor.  Mavi gözlerine. 

"Günaydın, Ozan.  Koordinasyon toplantısı var bugün, unutmadın değil mi?"
"Günaydın.  Eeh, yoo! Unutmuşum gibi bir halim mi var? Son hazırlıklarımı yapıyorum, da!"
"Süperr. Kravatın çok yakışmış!  Koyu renk sana daha yakışıyor, daha sık böyle giyinmelisin!"
"Haklısın, tavsiyene uyacağım. Ama, senin kimsenin tavsiyesine ihtiyacın yok. Sadece, kompliman olabilir. Bu elbisenin içerisinde harika görünüyorsun"
"Ayy, çok teşekkür ederim. Beğendiğine sevindim"
" Ayrıca, İyi edersin, kadınların tavsiyelerini dinleyen erkekler daha başarılı olurlarmış"
"Ne demezsin, başarı yolunda azimliyim"
"İyi çalışmalar.Ozan'cımm. Toplantıya gecikme"
"Sana da Pelin. Gecikmem merak etme!"

Hay Allah! Toplantıyı tamamen unutmuştum. Artık, kaybolamam. Toplantı öncesi, rapor ve telefon trafiği ancak bol kahve ve çay ile buharlaşabilir. Öğle yemeğinde, toplantı masasında sünger ekmek içine kaşarlı sandviç yemek de cabası. Çay almalıyım. Mutfağa doğru yöneliyorum. Mutfakta, Faruk, çayını dolduruyor. Faruk, muhasebe elemanı. Sosyal yönden aktif biri. Sürekli, gezi ve aktivite düzenler.

"Günaydın, moruk. Keyifler nasıl?"
"Noolsun? İdare ediyoruz. Sen nasılsın?"
"İyiyim. Hafta sonu Yedigöller gezisine geliyor musun?"
"Yoo, ne zaman bildirdiniz?"
"Mail gönderdik ya! Sen yine okumamışsın! Bak bu sefer gel, hem Aylin de geliyor"
" Yaa Aylin 'in ne alakası var şimdi?"
"Canım, bilgi, olsun diye söyledim. Bir ilgisi yok! Hadi acele et, haber ver bana. Listeleri kesinleştiriyoruz"
"Tamam, tamam. Hadi, iyi çalışmalar!"

../devamı yarın




       

İki ayağımın üzerinde dikilirken - Bölüm I


Benim adım Ozan Kasabalı. 

İlk ayağa kalkıp yürümeye başladığımın üzerinden çok zaman geçti.  Geçmeye de devam ediyor.  Ellerim iki yana açık paytak, paytak yürürken ki duygu damarlarımda dolaşıyor, hala.  Hayatım, şimdi daha başka!  Bambaşka.  Ayaklarımın üzerinde dikilirken çok renkli şeyler görüyorum.

Gökyüzü, mavi ve beyaz bulutlar, kirli kiremit çatı ve yağmur oluğu...

Tepemdeki bulutlar benimle beraber yürüyor, sanki.  Başım yukarıda az kalsın birine çarpıyordum.  Binaların arasından gökyüzünü seyrederek yürümeyi seviyorum.  Kurtulamadım bir türlü bu aylak alışkanlığımdan.  Orhan Veli de yürürken açılmış bir çukura düşüp hastanelik olmuştu.  Bu talihsizlikten kısa bir süre sonra da vefat etmişti.  Bir çukura düşeceğim, böyle giderse.  En azından büyük şairde düşmüş der, avuturum kendini.  Eski binaların arasında kalmış ucube yeni yapıları pas geçiyorum. 

Hızlı, hızlı yürüyen hanımların içerisinde en hoş giyimli kadın hangisi?  Bayılıyorum onu aramaya.  En önemlisi ayakkabı ve çorap uyumu bence.  Sadece o zamanlar gözlerimi yerde yakalıyorum.  Sonra saçı, başı ve elindeki çantası.  Ve bunların içerisinde uyumlu, elegan bir çehre arıyorum.  Bir tanesini görünce de hayal etmek için, sanki, gökyüzüne bakıyorum.  Dalıyorum, bulutların arasına.  Onu, bir misafir salonunda hayal ediyorum.  Koltukta nasıl oturmuş?  Bacak, bacak üzerine nasıl atmış?  Ayak uçları, dizlerin gerisinde mi? ilerisinde mi? Elleri, kolçakta mı? Yoksa dizlerinin üzerinde mi? Aaa evet, saatime bakmalıyım.  Gecikmişim.  Gecikme mahcubiyeti ile hızlanıyorum. 

Asansörün soğuk, gri renkli kapısını üzerindeki onlarca özensiz, anahtarcı, tüpçü, kebapçı çıkartmaları ile beraber oluşan görüntü rahatsız ediyor, beni!  Asansör dediğin 2 kapılı olmalı.  Birinci kapı dışa doğru, ikinci kapı yanlara doğru açılmalı! Bizimki antika, yani cins manasında.  Sıkıca basmayıp, "o " derinden gelecek " kılaksss" sesini duymadan parmağını kaldırmamalısın butondan.  Yoksa, almıyor!  Neyse, kata doğru çıkıyoruz.  Acaba, Pelin gelmiş midir?  Onu görüp işe başlayınca, günüm daha güzel geçiyor.

Hay Allah kahretsin! kravatımda kocaman bir yağ lekesi var.  Sanki kendi deseni gibi fark etmemişim.  Ceketimin önünü ilikliyor, o lekeyi ceketin içine gömüyorum.  Nasılsa, masaya oturunca görünmeyecek.  Bu gerginlikle Pelin'in karşısına çıkamam.  Hele ki onun konuşurken, kravatımı düzeltme alışkanlığı var, hiç olmaz.  Hızlıca masama doğru ilerliyorum, daha millet mutfakta herhalde, masalar boş.           

../ devamı yarın

Şiir - Bakakalmışız!


Altı kişiydik bir fotoğrafta,
Birer, birer eksildik sonra,
Bakakalmışız hayata,
Hayat gelmiş, geçmiş oysa!

Yolumuzu Nasıl Buluyoruz? Ahırının Yolunu Bilen İnekler Gibi


Dağılıyoruz tamamen, hayat hepimizi oradan oraya savuruyor.  Belki 1-2 gün nefes alıyoruz ya, hemen ardından burnumuza kadar batırıyor, bizi.  Gömülüyoruz, karanlık sulara, ter boşanıyor sırtımızdan.  Soğuk, soğuk hem de.  Sevdiklerimizi de üzüyoruz, bu sırada,  Kimse karşımızda duramıyor.  Hayat sille tokat girdi ya bir kere.  Sağdan soldan yumruk yiyoruz.  Başımızı kaldırırken, kıçımızdan tekmeleniyoruz. 

Ne oldu diye etrafına bakmaya gör, olan oluyor, kenardan seyrediyoruz.  derman yok ki, bir iki tokat da sen savuruversen.  Ne oldum delisi diye buna deniyor, bence.  Daha ne oldum delisi olamadan, dur daha neler olacak gemisine binmişiz bile.  Her şey daha da kötü olacak gibi geliyor.  Çukurun dibi nerede?  Daha ne kadar debeleneceğim?  Sırtımdaki yükü yere indiremeden yukarıdan biri bastırıyor sanki. 

Sabah yataktan kalkamıyoruz.  Sanki hiç uyumamış gibiyiz.  Spor mu?  Yapacak enerjiyi kendimizde bulamıyoruz ki!  Ahh televizyon iyi ki sen varsın!  Karşında uzaktan kumada ile zihin avutmak o kadar iyi geliyor ki!  Peşi sıra değişen sahneler ve yenilenen görüntüler.  Bir kaç özlü söz ve aksiyon sahnesi beni avutmaya yetti, bugün.

Peki, sanki bunlar hiç olmamış gibi nasıl hazırlıyoruz o raporu?  Hüngür , hüngür ağlayan arkadaşımızı nasıl teselli ediyoruz? Nasıl yapıyoruz o herkesin alkışladığı sunumu.  Peki,ya milletin parmaklarını yaladığı o yahniyi?  Çocuklardan erken nasıl kalkıyoruz, arkasından yetiştiriyoruz unuttuğu maketi. 

İki elimiz dolu, parmaklarımızı kesen poşetleri merdivenden atlatıp nasıl fırlatıyoruz mutfağa?  Ayın sonunu nasıl getiriyoruz?  O güzel permaları, bukleleri nasıl yapıyoruz, taksitle aldığımız ondüla maşaları ile!  Nasıl gülüyoruz, katıla katıla?  Alnından nasıl öpüyoruz sevdiğimizi?  Nasıl, sabah kalktığımızda, kokusunu özlemiş oluyoruz, onun.

Nasıl buluyoruz, ahırın yolunu?  İnekler gibi anlamıyorum.

Esenlikle,

K.            

Şiir - Bir Akşamüstü


Bir Heybeliada akşamüstü,
Hayallerimdeki gibi,
Eski insanlar!
Damaktaki eskiden kalmış tatlar,
Dolaşır ağzımızın içinde

Yuvarladığımız hayat,
Akıp giderken,
Durdurmaya çalışırsın,
Seni alıp götürür,
Sen dayanamazsın!

Şiir- Güneş Bana Bakıyor


Güneş benim gözüme bakıyor,
Bir martının üzerine binsem, gitsem diyorum,
Güneş'e.
Kendi çocuklarımın oğlu olsam,
Şımarıklık yapsam.
Martıdan denize baksam, balıkları küçücük görsem,
Dalsam denize doğru, ıskalasam son anda.
Sinaritle arkadaş olsam mesela,
Yuvasına davet etse beni, özür dilesem,
Balıklı sofralar için.
Teselli etse beni, rengini belli etse,
O da balık yediğini söylese.
Götürse beni derinlere, güneşi özlesem.
Islansam, kurusam, susasam.
Dilim, tuzdan damağıma yapışsa,
Akşam olsa,
Deniz suyunu rakıya koysam da içsem,
Farz-ı muhal!

Bizim Yaşadığımız Yerde


Bizim yaşadığımız yerde şehir kulübü olmalı, muhakkak! Garsonlarını kırk yıldır tanımalıyız mesela! Masamız olmalı.  Dostlarımızın da masası olmalı.  Öğlenden çarşıda beğendiğimiz bir balığı akşam için gönderebilmeliyiz mesela!  Balıkçının çırağıyla hem de! Aşçının çocuğunu tanırız mutlaka.  Bizi görünce mutlu olanlar olmalı mesela.  Öyle, telaşlı adımlarla çarşıdan geçerken bile. 

Bir tane de çocukluğumuzu bilen biri olmalı etrafta.  Sevdiğimiz dondurmayı, ya da şekerlemeyi bilen.  Bizim çocukluğumuza yetişkin gözüyle tanıklık etmiş birisi.  İlk aşkımızın ne yaptığını bilmeliyiz, bence. Kiminle evli olduğunu, kaç çocuğu olduğunu v.s.  Annesini bayramlarda aramalıyız hatta!  Kıskanç bir kadın da olmamalı hayatımızda bizim.  Yani, insanlığı bol ve katıksız bir kadın olmalı aslında.

Bir çiçekle konuşan da bir adam olmalı etrafımızda, yine.  Onu sularken, konuşan canlı sevdalısı bir adam işte.  Adam dediğime  bakmayın, kadın da olur elbette.  Lafın gelişi.  Çok çocuk olmalı etrafımızda, bakıp, bizi hatırlayacak, bizi anlatacak çok tanıklarımız olmalı hayatımızda. 

Güldürecek, komik adamlar olmalı daima!  Yani, sadece bakıp güleceğimiz, hayatla dalga geçen ters adamlar diyorum.  Başkalarının başarısız diyeceği, mutlu adamlar.  Iskalamış adamlar.  En azından nişan alıp, hedefi görüp, tetiği çekip ıskalamış adamlar.  Düş kuran adamlar olmalı, yüz bin defa düş kurmuş adamlar olmalı. 

Güzel kahve yapan eski bir kadın olmalı hatta.  Eskiyi bilen çok adam görmüş bir kadın.  Yavrummm, diyebilmeli bize.  Annelerimizin saygısını kazanmış bir kadın olmalı esasında.  Ve de çok da muhtemel olarak kazanmıştır aslında. 

Kayırdığımız biri olmalı aramızda, kayırıldığını bilmesine rağmen elinden bir şey gelmeyen biri olmalı o.  Çekindiğimiz de biri olmalı.  Konuşmadan önce düşündüğümüz, saygı duyduğumuz biri olmalı.  Konuşurken ağzının içine baktığımız, babalarımızın ortalaması bir büyüğümüz  olmalı işte. 

Bizim yaşadığımız yerde sofra kurulmalı, her vakit işte...

Şiir- Ey Benim Allah'ım ( babamın anısına)


Ey benim Allahım,

Anlıyorum ki bütün günahım

Senin halik, benim mahluk olmamdan

Bugün varım ve var oldukça

İndinde günahkarım
 

Çünkü,

Kadın, rakı, şarap, eğlence gibi

Varlığıma yarayan şeylerin mürtekibi

Sence günahkardır.

Bunların hepsi güzel, hepsi ziruha emel

Hepsi yaşamak için lazım
 

Ne zaman bir damla, şarapla ıslansa ağzım

Ne zaman içimi çekse bir kadın

Beni günahın beşiğinde salladın
 

Günahsız dedin bir vekil yolladın

Yeşil cüppeli, sarı pabuçlu

Bir vekilin var ki benden suçlu

 
Ona sordum.

Kadını sevdim, şarabı içtim muterifim

Lakin kadında çeken, şarapta mesteden kim?

Cevapsız kaldı bu sualim

 
Ey benim allahım

Şimdi Sana dönüyorum

Şimdi Sana soruyorum

Bunları halk etmeseydin,

Yahut adına günah demeseydin Sen

Günahkar olur muydum yine ben?


(Babamın dilinden düşürmediği, hatırladığı kadarıyla ağzından yazdığım ve şairini bulamadığımız bir zamanlar bir edebiyat dergisinde yayınlandığını söylediği şiirdi!)

Bir Şair Ölmüş Bugün


Bir şair ölmüş bugün, başı eğik yere düşmüş,
Bir fakir yere düşmüş bugün,
Çocuk gibiymiş yüzü, anası babası elinden alınmış gibiymiş.
Biri tok, diğeri açmış. Başları çıplakmış.
Sevdaları varmış. Korkularıymış gün. Gelmiş.

Çatmış bugün çatmasına ama gafil avındaymış, gün.
Usulca yaşıyorlarmış, mamafih,
Nefes alıp, severek.

Bir şair ölmüş bugün, mısraları yarım kalmış,
Bir garip doğmuş bugün.
Yarım kalan mısraları yazarmış.
Aydınlıkmış yüzü, sevdanın nuru ışıldarmış.
Bolluk, bereket getirecek,
Fukara bayram edecekmiş.
Nefes alıp vererek.


Kediler hala oyunbaz

Sabah taze kahve kokusundan daha güzel bebelerin yataktan kalmadan önceki kokuları.  Ayağa dikildiklerinde bebe olduklarını hatırlamak güç.  El kadarken deyip, boyumuzu geçti durağına nasıl geldik? diye soracak oluyorum.  Saçımdaki beyazlar ve kalbimdeki ağrılar hatırlatıyor tren rayı arasındaki ahşap ray döşemeleri gibi birer birer geçen günleri, ayları, yılları.  Bu sırada, dingin bir loşluktan aydınlığa doğru koşuyor , sabah.  Öğlene doğru hızla koşuyor.  Sanki, binlerce insan da onunla koşuyor.  Dar ve kalabalık cadde ve sokaklardan sırt çantaları ile talebeler yürüyor.  Püsküller sallanıyor çantalarından.  Dikkatsiz sürücünün  biri bir kızın ayağının üzerinden geçiyor arabasıyla!  O sokaklarda yürüdüğü yılları ise hiç hatırlamadan, umarsızca direksiyon sallıyor.  Eşofman altı ve üzerine alelacele giyilmiş bir palto ile bebek arabasını itekliyor, yıllar!  Farkında değil.  Bugün onunca hiç geçmeyecek gibi.  Doğalgaz faturası gelmesin!  Bir an önce kış bitsin! Yaz gelsin diye içinden geçiriyor!  Sabah öğlene doğru koşarken, onlarda bebelikten çocukluğa terfi ediyorlar!  Çocuklar hala masum.  Kediler hala oyunbaz, hayat hala hayat! 

Aydın ve coşkun bir gün olmasını diliyorum, usulca içimden.  Dudaklarımı kıpırdatmadan.  Kıpırdamadan hareket ediyorum.  Yazımdaki sözcükler hareket ediyor.  Tuşlara bastıkça bir melodi çınlıyor kulaklarımda.  Dudaklarım kıpırdamıyor.  Ayaklarım hareket etmiyor.  Sözcükler yer değiştiriyor.  Bana göz kırpıyor, hikayeler.  Anılar zannediyorum.  Sessizce kalıyorum.  Bir daha görünmezler mi? diye.  Oluyor gibi duruyor.  Aklıma başka şeyler giriyor.  Karışıyor.  Toparlanıyor.  Düşmeden kalkıyorum.  Yazıyorum, suret beliriyor.  Çocuklar bana nefes veriyor.  Alıyorum nefesimi, şükür ediyorum, dudaklarım hala kıpırdamıyor.  Korkmuyorum ama yazıyorum. 

Yazacağım! 

Babaların Akşam Sofraları

Her babanın akşam sığındığı bir liman vardır.  Kendi yarattığı denizden dönüp geldiği.  Gerçekten seni gördüğüme memnun oldum bakışları ile başlar o akşamlar.  Yalnız ve güvensiz olduğu sulardan, güvenli ve ıssız bir koya yolculuktur bu.  Baba olmanın ağırlığı ile insan olmanın hafifliğini karıştırırlar orada.  Ölçüsünü sadece kendisinin bildiği ama neden ölçü koyduğunu bilmediği içkileri ile demlenir sofralar.  Şimdi,gündüz başından geçenleri süzdüğü, ertesi güne eylem planı olarak hazırladığı karargahlarındadırlar.  Karısının ellerine sağlık, yemeklerinin lezzetine yapılan iltifat sofra sonuna doğru sadece karısının kendi olduğu için duyduğu kıvanca dönüşecektir o sofralarda. 

Çocuklarının gözlerinden kendilerine bakarlar, arayıp bulmak istemediği birini görünce irkilirler.  İrkilince ayılırlar.  Çocuklarına sarılırlar, o hayal, baba ve çocuk bir süre beraber olurlar.  Ayrılma vakti geldiğinde babanın yüzünde gülümseme belirir ve çocuğunu bırakır.  Bir sonraki buluşma vaktine kadar herkes kendi oyun bahçesine çekilmiştir.

Usulca ve yavaşça kendisi ile ettiği kavgadan tatlı bir teslimiyete yürümeye başlamıştır.  Niye kavga ettiğini unutacak, her erkek gibi başta yapması gerekeni sonda yapacaktır. Teslim olacaktır.  Kendi korkuları, geçmişi, işi ve adını ne koduysa tüm düşmanları onu teslim almadan bu gecelik teslim olacaktır.  

İlk teslimiyeti anılarına olacaktır.  Babasının sofralarına, her babanın kendi sofrasına ithal ettiği bir şey vardır oradan.  Bardak camının inceliği, salatanın ekşiliği, bir iki mısra, eşe gönderilen tatlı sözler, kadeh kaldırılan birisi. Masadaki neşeli yüzler belirir sonra, hani her kadehten sonra bir fıkra söyleyen Necdet amca.  Acaba sağ mıdır şimdi?  Ali İsmet amca, Şahika teyze, İsmail abi, Hulusi bey amca, Cemile hanım teyze.  Suratlar önlerinden geçerken, lezzetlerin damakta bıraktığı tatlar da belirir.  Anneannenin haşhaşlı böreği,  komşu Gülbahar hanım teyzenin bumbar dolması, annenin barbunya pilakisi.     
   
Sofradan aldığı bir çatal ucu mezenin tadı zihnindeki eskiden kalmış lezzetler ile karışmıştır.  O lezzetleri sofradakiler ile eşleştirme çabası beyhude olmasına rağmen gayret devam edecektir.  Limon, tuz, sirke, biberden medet umulacak ancak onlarda yardımcı olamayacaklardır.  Hayal kırıklığı ile karılara yüklenilecek;
Hanım buna sen terbiye yapmış mıydın? Ya da
Hanım, bunun tuzu az mı olmuş?

Gibi hem hanımını hem de kendisini o bulundukları noktadan bir dirhem öteye götürmeyecek cümleler bir boş ver ile sona erecektir.  Nostalji treninin lezzet vagonu katardan ayrılmıştır.

Çocukların yemeklerini bitirdikleri beyanatları ile tabakta bırakılan artıklar ters düşe dursun. Sofra toplanmaya başlamıştır.  Sofra yarenliği konusunda acemi karı ile anılara ortak kabul etmeye isteksiz koca yalnız başlarına köşelerine çekilmek üzeredir.  Sofradan tabaklar toplanırken, çocuklara oyuna dalacaklar, evin hanımı mutfakta kirli bulaşıkları yıkarken evin içindeki yalnızlığına hayıflanacak bir taraftan da akıp giden kirler suya karıştıkça kendisini rahatlamış hissedecektir.

Sofra da  kalan birkaç tabak ile demin iyice yoğunlaştığı bardak sessiz ortaklıklarını devam ettireceklerdir.
Bu aşamada, teslimiyet, hayattan beklentiler ile bugün işgal edilen yerin tanjant noktasına odaklanmıştır. Bunun ilahi repliği : “ Buna da şükürdür ! ” Şükür ki, sağlığı yerindedir, bir yuvası vardır. Çocukları yanında ve aklı başındadır.  Fedakar ve cefakar bir hayat arkadaşı vardır.  Allah, gecinden versin, sıralı ölümler birbirini izlemiştir. 

Ferit’in bölüm müdürü olması, Ahsen’in zamanında kapattığı arsasında kat karşılığı yaptırdığı apartmandan kira gelirleri, Ümit’in karısını boşayıp Bodrum’da hovardalık yapması, işe yaramaz Bülent’in hamarat ve sevecen bir kadınla evlenmesi, işte bütün bunların yansımaları, şimdi kıskançlık ve özenti duyguları ile karışmış bir umursamazlık pelerini ile teslim olmuşlardır.
Teslimiyet ilerledikçe bütünleşme başlar.  Ruhunu sofrada birleştirme çabası kendiliğinden kodlanmıştır sanki genlerine.  Darmadağın olmuş düşünceleri, yaptıkları ve hissettikleri birer ikişer birleşmeye başlar.  Aslında tümleştirmek için oturmamıştır sofraya.  Sofranın ve babanın birlikte imgesel anlamı kendine dönme veya kendini bulma ritüelini tetikler istemeden.  Her sofrada bir parça tamamlanır.  Her akşam bir eksik bulunur ve yerine yerleştirilir.  Eğer, o parça tam olarak yerine oturmadıysa bir sonraki sofrada bir şekilde yeniden ortaya çıkar.  

Bu yap boz oyunu sofranın anlamını kavrayana kadar devam eder.  Kimileri, karargah benzetmesinden yola çıkarak  bu durumu şöyle yorumlar: kendi ruhumu birleştirmek için yapmam gerekenler var, bunu anlamalı ve eylem planlarıma bunu dahil etmeliyim.  Böylece bulmak ve birleştirmek için arama başlar. Kimileri de, oyun benzetmesinden yola çıkarak, dağınık olan her şey zamanı geldiğinde birleşiyor, birleşen her şey de zamanı geldiğinde dağılıyor.  Ben ne yapsam da bu benim dışımda gelişiyor.  O zaman sonuca değil, yani birleştirmeye ya da dağıtmaya değil bu yap boz oyununa odaklanmalıyım.  Nasıl bozdum, nasıl yaptım? Ve sonra, yaptığımı, nasıl bozdum?

Artık sofra amacına hizmet etmiştir.  Üzerinde duran bir iki tabak ve bir bardaktan da bir çırpıda kurtulur.  Temizlenir ve bir sonraki akşamı bekler, vakurla.


İşte, babaların sofraları böyle kurulur her akşam…      


*********************************************

Arada kalmış bir deredeki söz sanatçıları

Ne açlar, ne de toklar için bu edebiyat denilen sanat.  Üretmek anlamında diyorum! Ne aç ne tok insanlar yığıyor söz balyalarını sayfalara.  Edebi anlam içerek söz yığınlarını!  Hikayeleri, şiirleri, şarkı sözlerini kastediyorum.  Ne zaman üretiyorlar? Ne mutlu, ne mutsuzken! Ne zengin, ne de fakirken! Ne tembel, ne de çalışkanken! Arada kalmış insanlar üreticisi bu sektörün.  Açken, tok karnını doyurmak için uğraşıyorsun.  Sözler belki kafanda ama onları boş beyaz bir çerçeveye oturtamıyorsun.  Hayatın gailesi, edebiyatı galebe çalıyor.  Tokken de yazacak ve söyleyecek bir şey yok!  Çoğu tokların, edebiyatla ilişkine bakın!  Üretilenlerin; çoğu açlıktan tokluğa geçiş hikayeleri ve bu süreçte yaşananları ders niteliğinde anlatan, başarı özendiricileri aslında!  Tok insanın hikayeleri de okunası gelmiyor, nedense? Bak, dur dinle! ne kadar tokum! Ya da ne kadar mutluyum? Ya da ne kadar sportif ve inceyim!  Ya da ne çok bir şeyim var!  Iıhh, ıhh olmuyor!  Oysa, iki dünya arasında gidip gelirken bir sürü hikaye yakalıyorsun! Sonra da bu yakaladığın hikayeleri iki duygu arasında gidip gelirken yazıyorsun!  Gidip, gelmek dokumak gibi!  Bir dokuma tezgahı atkı, çözgüsü içinde gidip gelirken ortaya bir kumaş çıkıyor.  Söz sanatı da böyle!  İkna olmak için ; bugün Sunay Akın'ın twitter da  yayınladığı şairinin aradayken kaleme aldığı şiire bir göz atın! http://t.co/wX8zu71MUg

Sağlıcakla,

K.
 

Önceki Yazılar