Masumiyet karinaymış artık


İstanbul emniyet müdürü ( ya da amerikancası daha yalın ve net: İstanbul polis şefi, wsj gazetesi bu şekilde yazmış ) görevden alınmış, aracına binecek tam o sırada başı beyaz yaşmak ile örtülü bir kadın belirir.  Bu durumu gören polis şefi aracına binmek üzere eğilmekten vazgeçer.  Kadının kendine doğru hamlesiyle birlikte arkasını döner, kadın polis şefine sarılır ve alnından öper.  Bir devlet adamının erişelebileceği en büyük bahtiyarlık diye içimden geçiriyorum. TV yi seyrederken.  Tam o sırada sonradan öğrenilmiş bilgilerin olduğu daha genç beynim devreye giriyor.  Bu kadın nereden çıktı? Polis şefinin makamından ayrılacağı zamanı nereden bildi? Oraya nasıl geldi? Haberi duyar duymaz otobüse mi bindi? Üstelik de gece vakti.

İşte masumiyetin bittiği an.  Bu aralar popüler bir hukuk terimi var. Masumiyet karinesi.  Yani, meşhur hukuk deyimi, Herkes suçu ispat edilene kadar masumdur.  Ama masumiyet artık karinada olmalı.  Teknenin suya batan kısmında yani.  Yüzeyden görünmüyor, zira.  Suyun altında, ancak balıklar görebilir.  Balık hafızasına layık masumiyet.

Oysa ki, masumane başlamıştı hayat.  Dünyaya açtığımız gözlerimiz inanmıştı her gördüğüne.  Bir sade vatandaş, üstelik de orta yaşın üzerinde bir kadın, bir polis şefini kucaklayıp, alnından öperse bu sevilmekti.  Hizmet etmekti. İz bırakmaktı.  Vazifenin ödülüydü.  Ama yıllar geçtikçe öğrendik.  Saman altından su yürütülüyormuş.  Annelerimiz, teyzelerimiz kan ağlıyor, dayak yiyiyormuş.  Sırtından vurulan yazarlarımız vatan haini değilmiş.  Faili meçhul katledilenler terorist olmamışlar hiç. Tunceli'nin adı meğer Dersim'miş.  Kürt'lerin kuyruğu yokmuş.  Vatanını en çok seven en çok bağıran değilmiş.  İmam ahlaksız, hoca vicdansızmış.  Yerli malı çürük, veresiye veren tefeciymiş.  Yüzbaşı Volkan it dalaşında yok yoluna yitirdiğimiz, denizin şehidiymiş.  Yastık altı dolarlarımız sahte, kumbaraları teslim ettiğimiz bankalar batıkmış.  Devletin malı denizmiş.  Yemeyen hınzırmış.  Odalara gizli kamera, telefonlara mikrofon koyuyorlarmış.  Asayiş düzgünse bir kaç bomba patlatıyormuş OHAL memurları. 

Hayat bir illüzyon, el çabukluğu marifet, bul karayı al parayı imiş.  Masumiyet itimat gemisinin karinasıymış artık.  Pruvası şaşmış, pusulası kırılmış.

Bir umut denizinde...            

Şiirdeki Abbas dile gelse, meyhaneci olsak!


Hani, şöyle üç beş masa bir yerimiz olsa.  Telaşlı kalabalıkların, akşam geçişlerinin olduğu bir yerde.  Özlediğimiz, aradığımız, şikayet etmediğimiz gibi olsa.  Küçük olsa, kapısı, girişi dar olsa.  Oturanlar birbirleriyle konuşacak kadar sıkışık olsa masalar.  Masalarda, bembeyaz, sadece beyaz kolalı örtüler olsa.  Üzerlerinde beyaz porselen tabaklar olsa.  Bir tane garsonumuz olsa.  Hani, ızgara, ana yemek bir tür olsa, her akşam.  Ondan sadece bir tencere yapsak.  Bitince, kalmadı paşam desek.  Bir akşam sulu köfte, bir akşam etli yaprak dolma, başka akşam bamya olsa.  Hani, müşterilere ne kadar paraları varsa o kadar meze ve içki versek.  Adabıyla, müzik olsa hani.  Bağırıp, çağırmadan ince saz.  Eski zaman şarkıları çalsa.  Şiir okusa eskilerden birisi.  Her akşam, biri hikaye okusa.  Sene-i devriye desek, şairlerin, yazarların ölüm yıl dönümlerini ansak.  O akşam ilk içkiler, bizden olsa.  Sevdiğimiz mezeleri yapsak.  Vermeden önce tatsak.  Hani beğenmediğimizi müşteriye vermesek.  Sebzenin, meyvenin, etin, balığın en tazesini alsak.  Hani bir de alameti farikamız olsa.  Sadece bizim yaptığımız bir meze.   Kimseye vermesek tarifini.  Yiyenlerin dili damağına yapışsa.  Tadı hep damakta kalsa.  İçeri gelenleri selamlasak, mutlaka tanısak, bilsek. Gelmedikleri zaman, telefon etsek, çağırsak.  Bayramdan sonra pastırma göndersek.  Hani, açıldık, buyrun bekleriz gibi.  Duvarda resimler olsa, özendiğimiz yılların insanları olsa.  Fötr şapkalı, ince kravatlı beylerin, ince belli etekli hanımların. Müşterilerin yazdıkları olsa.  Akşam oldu mu, anason kokusuna taze meze kokusu karışsa.  Veresiye olsa, yolluk rakısı olsa.  Yolluk rakısının hesabı olmasa.  Tuvaletleri mis gibi olsa.  Örnek olsa, personelimiz Balkanlardan olsa.  Açık tenli, renkli gözlü. Hızır gibi olsalar.  Müşterilerini bekleseler.  Alın terlerinin karşılığını versek.  Huzurla gelip, huzurla gitseler.  Ailelerini tanısak, çocuklarının düğünlerini görsek.  Mahcup olmasak ele güne.  Allah hayırlı, uğurlu kazanç nasip etse!  Müşterilerimiz çıkarken bizi selamlasa, her akşam gelseler.  Bize teşekkür etseler.  Gazetelere çıksak, yazarlar, değerli adamlar bize gelse!  Uğurlu, hayırlı insanlar bizi reklam etse.  Mevsiminde, eski zaman yemekleri yapsak!  Yaptığımızı, tarihini, zamanını anlatsak!  Hani, Lüfer pilavı yapsak, lüfer zamanı.  Ya da sultan yumurtası, hani gri sarılı.  Tezgahı açmak için sabırsızlansak, gidemediğimiz zaman özlesek.  Güzel insanların diyarında açsak orayı.  Güzellikler yaşasak.  Namerde muhtaç etmeyecek kazancımız olsa.  Fakir, fukarayı gözetsek, birini de okutsak.

Ne güzel olur be! meyhaneci olsak? Anladın mı? İyi, çok iyi 10 Numara bir meyhaneci olsak!

Metrosentimental


Upuzun bir koridor sanki, ya da tünel.  Metro tren vagonu.  Sonunu görebildiğim, her iki yana yaslanmış, kulaklıklı insanlar.  Ayakkabılar çamurlu değil.  İlk Halkalı trenlerine bindiğimde bu durumu fark etmiştim. Herkesin ayakkabısı çamurlu ve kirliydi.  Daha sonraları, çok daha sonra filvaki bugünlerden çok önce; Atina'ya yolum düştü.  Atina'da bizim Halkalı - Sirkeci benzeri bir banliyö tren hattı var  İstasyon aralarından geçerken içerisinden çimen fışkıran, Zeus başları, İyon kolon kesitlerini görürsünüz.  Orada, trendekilerin ayakkabılarına bakmıştım yine.  Pırıl, pırıldı.  Bizim de de böyle olacak demiştim, trendekilerin ayakkabıları.  Olmuş.  Ama, kulaklıkları hayal edememişim. 

Bir süre aklımdan bir şey geçirmemeye çalışıyorum.  Ama, yandaki kadının çantasının tokasından aklıma bir şey geliyor.  Ona tutunarak, dalıyorum anılara, karşıma güleç yüzlü birini çıkarıyor.  Bir süre sohbet ediyoruz, yüzü gülerken ondan ayrılıyorum.  Değişen saatin yelkovanına gözüm takılıyor, bu sefer.  Buraya kadar olan durak sayısını hesaplıyorum.  Daha sonra, o sayı toplam süreye bölünüp, zihni başkaca meşgul edecek bir basamağa dönüşecek.  İstasyon arası kaç dakika sürüyor?  Bu zihin işgali esnasında ağzımın kuruduğunu fark edip, ne kadar tuzlu oluyor, dışarıda yenilen yemekler diye düşünüyorum.  Akşama ne yesek?  sorusu karşılıyor beni trenin fren sesi ve sallantı istasyonunda.  Titreyerek, ve bowling kukaları gibi sallanıp, sürtünüp, devrilmeden dikilmeye devam ediyoruz, yolcular takımı olarak.  İlk binen, hep daha dik ve kendinden emin duruyor.  Daha sonraki, istasyonlardan binenler, ee daha acemi.  Biz, burada iki dakikadır dikiliyoruz canım.  Sen de kimsin?  İliş, işte şöyle bir kenara.  Sırtıma, dokunmamak için eğril, doğrul, kıvrıl, hatta sesli özür dile.  Biz, eski istasyoncular mevzilerimizi terk etmeyeceğiz. 

Kapı camından silüetimi fark ediyorum.  Kesik film kareleri gibi, trenin geçtiği yer altı tünellerinin duvarından yansıyan ışık hüzmeleri de camda hareket ediyorlar.  Yüz tandık ama, beden hangi gürbüzün?  Sabık, güreş takımı antrenörü tipi bir şekil vücuda gelmiş.  Cam karardı.  Tepemdeki mavi ekran, değişiyor, bizim istasyonun adı çıkıyor.  Şimdi, artık istasyon ile ev arasında yürürken karşıma çıkacaklar için hazırlıklıyım.  Metroyu, sentimental bir modda geride bırakıyor, soğuk rüzgarları suni olarak estiren demir merdivenlere yöneliyorum.

Allaha ısmarladık,

K.

MAVİ...

Mavi bir tül gibiydi suretin, önünde...
Ancak ben seçebiliyordum,
Mavinin arkasını.
Umarsız bir edanın, umut dolu hülyaları,
Yukarıdan sarkan çıplak ampüller,
Kalabalık, kalp çarpıntım ve,
Gözümün önünde sen.
Giderken, avuçlarımda tenin,
Oysa, sensiz başlamıştı günüm,
Yine, sensiz bitti gece.

09.05.2007

Çocuklar uzadıkça


İlk önce anneanne geçilir herhalde, ya da babaanne, sonra sırasıyla anne ve en son da baba.  İşte, çocuğun boyu babayı geçtiği zaman başlar ve biter herhalde bir şeyler.  Babaların içerisinde bir şeyler demek istiyorum. Ben kendimce,tabi.  Annelere de selam ederek.  İyiler hep eskide kaldı gibilerinden ezgiler çınlamaya başlar kulaklarımızda.  Baba eskimeye başlamıştır artık.  Bir taraftan yeni bir arkadaş dahil olmuştur hayata.  Hem ağzımızın içine bakan, hem de burnunun üstünden bize bakan bir arkadaş.  Karmaşık, değişik ve güzel bir duygu olmalı.  Her baba tadamamıştır, muhakkak. Benim büyükbabam kendi çocuklarıyla ilgili tadamamış,mesela.  Oysa, babam ve dedem bu karmaşık duyguları yaşadılar.  Eminim.

Bu tuhaf eskimek ve yaşlanmak hissi beraberinde bir sorumluluk/ayrıcalık(mesuliyet/imtiyaz) da getirir.  Boyunu aşmış çocuk sahibi payesi bir sosyal statü sağlayabilir. "Sen ona bakma, onun boyu kadar kızı/oğlu var".  Bu, sosyal apolet çoğu yerde bir joker vazifesi de görebilir.  Yaş alma konusundaki tahminlerde mesela.  Beklentinizin üzerinde bir tahmin aldıysanız.  Önemli değil.  Hemen jokerinizi kullanın.  Ya da size fırsat vermeden kavisli bir orta gelecektir, mutlaka. " Aaa, inanmıyorum.  Ben sen/sizin daha..." ile başlayan cümleleri duymanızı sağlayacaktır.  Pek ala, bu apolet omuzlarda sosyal bir yük olarak da ağırlaşabilir.  "Koskoca adamsın, boyun kadar kızın/oğlun var... ile başlayan cümlelere gerekçe yaratabilir.  Bacak kadar bebeleriniz zamanında sosyal olarak izin verilen hayali sınır daralmıştır artık.  Tuhaf bir ikilem.  Hayatın kendisi gibi.

İnsan dışındaki canlılarda durum daha farklı.  Vahşi doğada kendi yavrusu kendi boyunu aşmış çok az mahlukat olmalı.  Düşünsenize, bir erkek filsiniz ve sizden daha azametli yavrunuzla karşılaşıyorsunuz.  Hayal kırıklığı; Zaten, çoğu böyle bir karşılaşma yaşamadan son nefeslerini vermiş oluyorlardır.  Ya da yarış pistindeki aygır, kendi yavrusu tarafından geçiliyor, Bu durum ile karşılaşılmamıştır, bence.  Doğada yavrular büyüyene kadar ebeveyn yeryüzündeki görevini bitirmiş oluyor.  Hatta, bir çoğu doğurur doğurmaz ölüyor.  Alaska somon balıklarının macerasını aklınıza getirin.  Ya da daha spermleri dişinin yumurtasıyla buluşmadan fani dünyaya veda eden Peygamber devesini.  Ne kader?  Bu yönden, insanoğlu bir anlamda şanslıdır. 

Şanslıyız.  Çok şükür.

Esenlik dileklerimle,

K.

Küçük bir çocuğun elinden tutuyorum bugün

Küçük bir çocuğun elinden tutuyorum bugün.  Soğuk, kuru soğuk elleri çatlamış.  Bir yokuşu çıkıyor.  Sol tarafında top oynadıkları arsa, kimse yok şimdi.  Hemen yanında çitlerle çevrili ve bahçesinde çeşit çeşit meyve ağaçları ve ortasında yabancı bir ülkenin bayrağı olan bir yabancı misyon evi.  Her iki sokağa da çıkışı var.  Yokuşun başında elma tadında ama iri kiraz büyüklüğünde Japon elması adını verdikleri mucizevi meyve ağaçları.  Yokuşu tırmanıyoruz, karşımıza yönetim şekli yakın zamanda değişen ve çitlerin arkası gri metal levhalar ile kaplanan bir elçilik binası daha çıkıyor.  Kapısındaki tanıtım fotoğraflarındaki katı propaganda senaryosu ancak erişkin aklı ile anlaşılabilecek cinsden.  Şimdi, tek öne çıkan fotoğrafların renksizliği.  Bu binayı geçer geçmez kar yağmaya başlıyor.  Bir anda önümüzdeki kaldırıma kadar biriken yığılmış kar kütleleri ile karşılaşıyoruz.  Elimden kayboluyor küçük çocuk.  Şaşkınlığımın arasında yanakları kıpkırmızı, elindeki eldivenleri kaymış ve yırtılmış bir halde beliriveriyor.  Bir kızağın üstünde yanımızdaki yüksek eğimli arsadan kayarak gelmiş ve ancak kaldırımda durabilmiş.  Nasıl mutlu, bana kartopunu çağrıştırıyor.  Sıkı, soğuk ve yuvarlak.  Üzerindeki karları temizleyerek yürümeye devam ediyoruz.  Ellerimiz ve ayaklarımız ıslak ve soğuk.  Önümüzden gömlek cebinde dört renkli kalem taşıyan gözlüklü, tanıdık ve dalgın adam geliyor, yaklaşıyor ve geçiyor.  Tanıdıklığımızı belirtmek yerine, sadece bakıyoruz.  Simitçi geçiyor bu sırada karşı kaldırımda “ ssimiiidiyeooo” diye bağırarak.  Kafasının üzerinde taşıdığı tablasının altında yine simit şeklinde yağlı, kirli bir kumaş parçasına takılıyor gözü küçük çocuğun.  Her defasında, ilk önce hafifçe dizlerini kırıyor  ve eğiliyor.   Bir eliyle başının üzerinden tablasını alırken, diğer elinde taşıdığı portatif ayakları açıyor ve tablayı üstüne koyuyor.  Bu esnada boynunu çok fazla kırmıyor.  Başının üzerinde o yağlı, kirli kumaş parçası bir azizin resmedildiği bir hare gibi zihinlerimizde yer ediyor.  Okula yaklaştıkça mavi/lacivert renkli beyaz yakalı önlüklü çocukların içerisinde biri gözüne çarpıyor.  Boğazlı yakalı kazağı önlüğünün içinden çıkmış çantası ve kabanı farklı taraflarda.  Alanını genişleterek yürüyor.  Kah duruyor, itişiyor duvar dibinde kah koşarak karşı kaldırıma geçiyor.  Kirli kar ve buz birikmiş, ortasını sanki marangoz rendesiyle oyup, derinleştirmiş kayarak çocuklar.  Kenarından geçiyoruz.  Genzimiz yanıyor, hava da kurum. Çalan zil sesiyle birlikte okulun bahçesindeki kalabalıklara karışıyor, küçük çocuk.  Geçiyor zaman.  Hayat.  Yıllar.
 
 
 

Yaşanmışlık

Entel esintili, mistik kokulu ama yurdun aroması olan bir kelime, "yaşanmışlık".  Son zamanlarda çok sık karşıma çıkmaya başladı.  Algıda seçicilik belki.  Hani, sakınan göze çöp batar misali. 

Bir gömlek aldım.  Orada da gördüm.  Alışkın olduğumuz gömlek kategorik betimlemeleri vardır ya!  İşte, slim fit, regular fit.  Ya da düğme yaka, hakim yaka gibi.  Bu onlardan değildi "Lived in" yazıyordu, etiketinde.  İçinde yaşanmış ya da yaşanmış efekti.  Hafif buruşuk ama ütü tutan.  Hani, sanki biraz da da pamuklanmış gibi bir kumaş.  Bit pazarına nur yağmamış olsa da yeni giysilere bit pazarı nuru yağmıştı.  O gömlek bende neyi çağrıştırdıysa, ona sahip olarak o yaşanmışlığa da sahip olacağımı düşünmüş olmalıyım.

Yaşanmışlık tüm hayatımızı kavramıştı.  Ve bizi kendine çekmeye başlamıştı, artık.  Daha önce geçilen sokaklardan yürürken daha güvenli ve huzurlu hissediyorduk.  Eski evlerimizde koltuğu özlüyor, yıpranmış montumuzu atamıyorduk, bir türlü. 

Hayatımıza yeni ve sonradan girenleri ise bu yaşanmışlık tuzağı bekliyordu.  Sinsice. İlk once tüm gönlümüzü açıyorduk, onlara.  Tüm yollardan hızlı geçiş.  Daha sonra onlarsız yaşanmışlıkların izleri belli oldukça  o izleri silmeye, millileştirmeye uğraşıyorlardı.  Bu sevgi adına acemice yapılan uğraşı neden onlarsız yaşamış olduğumuzu yüzümüze vurmaya başlıyordu.  Onların yaşanmışlık tarihi arasına karışacağının bileti kesilmişti.  Ama iz bırakanlardan olup olmayacakları henüz belli değildi. 

Bu sinsi tuzağın farkında olanlar ise, kendi tüm dünyalarında yaşanmışlık izlerine aşinaydılar.  Ustaca ve içtenlikle kendi renklerinde izlerini bırakırken yaşanmışlık yolunda sizin kolunuza çoktan girmişlerdi.     

Hoşcakalın.

K.

   

Hedonizm


Bu kelimeyi ilk defa kuzenim telaffuz etmişti.  Bana Hedon diyordu.  İkimizin de hem sevip, hem de hafiften ti’ye aldığı Fedon’a çağrıştırdığı için de seçmiş olabilir.  Şimdi, bilemiyorum.  Hedonizmin kelime anlamı “ hayattan azami ölçüde zevk ve keyif alma duygusu peşinde koşmak” olarak tanımlanabilir, sanırım. Daha fazla bilgi için aşağıdaki linke başvurabilirsiniz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Hazc%C4%B1l%C4%B1k

Modern zamanların hastalığı ,Hedonizm.  Istırap çekenlerin tatlı Oasis’i sanki!  İnsanoğluna bahşedilen,  tat alma ve hissetme duyularını doruğa çıkarma arzusu.  Bir kap yemek için yol değiştirmek.  Gidilen iş seyahatlerinden peynir, zeytin toplamak.  En iyi ahtapotu kim yapar?  Kim ne zaman? En son nerede ve en güzel sinariti yedi?    Balıklıova’nın barbunu,  Amasra’nın salatası, Sinop’un kalkanı, Şile’nin palamudu vesaire vesaire.
 
Dünya da ve ülkede zulüm ve acıyı gördükçe daha da depreşiyor belli ki.  Ne kadar çok elem o kadar çok sırt pastırma!!  Aya İrini’nin akustiği bir harika!  Mısırlı apartımanının terasında keman dinlemek müthişş!  Hele İKSV’nin roofundan Haliç manzarası.  Eşsiz. 

Ya da bir ani kararla vizesiz hangi ülke var? Brezilya mı? Haydi, hemen uçağa. Nasılsa miller birikmiş. Mil vadeli mevduatını bozdurduğun gibi ver elini havalimanı.  Uçak yemeği ve yanında küçük ve çabuk bitecek şarap kukaları devrilsin. 

Menzile varılsa bile ruh ve Hedon hep açtır.  Aç kalacaktır.

Sevgiler,

Halet-i Ruhiye


Halet-i ruhiye asri zamanlar...Bir halleniyorsun ve atılıyorsun.  Sonra, ilk virajda hafif yalpalanmaya başlıyorsun.  Daha sonra ilk tümsek ve hayal kırıklığı.  Peşinden kaçınılmaz olumsuzluklar senfonisi çalıyor. İlk nota olmayanlar.  İkincisi önüne çıkan engeller.  Üçüncüsü senin iyi niyetini sömürenler ve sonrası başka bir halet-i ruhiye; serin ve atıl bir bekleyiş. 

Halet-i ruhiye ibresi bu sefer sana başka bir yönü işaret ediyor.  Olmayacak duaya amin demek için sabırsızsın. Yahudiye namaz kıldırmak istiyorsun.  Odundan çıra, balığı kavağa çıkaracaksın. Vazgeçmek yok!  Sen yapabilirsin! 

Ama dur bekle! Deli miyim ben?  Neden bir tarafıma kurt kaçmış gibiyim?  Ne zorum var?  İştee, yavaşça geminin rotası taş yerinde ağırdır'a dönmeye başlıyor.  Sürüden ayrılanı kurt kapabilir.  E zaten tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yerde de oturuyorsun.  Tilkiliğe ne luzüm var?  Bir kap aşım, tasasız başım.  Dostları alışverişte gör, komşunun kazı da zaten kaz değil, tavuktu.  Otur oturduğun yerdee...

Yoksa, yoksaa? yuvarlanan taş yosun tutmaz mıydı? 

Halet-i ruhiyeniz canlı ve nurlu olsun, efendim.

Şiir bu sefer.Bir tane salkımdan...

TREN
----
Tren beni sana getiriyordu,
Bin yıllık surların peşi sıra,
İçimde bir o kadar eski bir ateş yanıyor,
Alevleri, ciğerimi yakıyor.
Varlığınla, yokluğunun alacakaranlığında,
Tıkır,  tıkır yaklaşıyorum sana.
Titrek kalbim kucağıma düşecek sanki,
Tıngır, mıngır taşıyorum onu sana.

İçten motivasyon


Son zamanlarda çok sık duyuyoruz. Kendimizi motive etmeliyiz! Bize bizden başka kimse gerçekten yardım edemez! Acaba bu mümkün mü? Yani, her tür  olumsuz durum karşısında yolundan sapmadan, ya da belirlediğin yol rutunda kalabilmek ne kadar elimizde?!

Güney Afrika'nın efsanevi lideri Nelson Mandela. Son durumunu ilgiyle takip ediyorum. Bize uzak bir haber kaynağı ama yine de yabancı basından izliyorum. Yaklaşık 3 aydır yoğun bakım ya da ona yakın bir tıbbi takip içerisinde. Bilinci açık ve el işaretleri ile iletişim yapılabiliyor.  Yaşı 95. Bir çocuğunu 9 aylıkken menenjitten kaybetmiş.  27 yıl hapis yatmış. Bir o kadar sene hayatı ceberut ve vatandaşı olduğu devlet ile mücadele ile geçmiş. 3 defa evlenip, 2 defa boşanmış. Şu anda ağır hasta ancak, hayata tutunma kuvveti inanılmaz.

Bütün bunlar onu kendini motive eden ve her ne olursa olsun hayata tutunan biri gibi gösteriyor. Acaba gerçekten öyle mi? Bu güçlü hayat savaşçısı o gücü nereden buluyor? 27 yıl hapis yatarken onu ne ayakta tuttu? Dün akşam Sırrı Süreyya Özdemir'i dinledim. Mahkumiyeti boyunca, 2 defa genel affa denk gelmiş. Ancak af devlete karşı işlenen suçları kapsamadığından o ve onun gibiler hiç bir zaman yararlanamamış. Yan koğuştaki adli ( katil, hırsız v.b. gibi) hükümlüler ise ellerini kollarını sallayarak çıkmışlar. Yerinde olduğunuzu düşünün! Ne büyük bir hayal kırıklığı! Ancak, kendisi başından geçenleri gülümseyerek anlatıyordu. Onu bu noktaya taşıyan, bu günleri göreceğine dair olan iç motivasyonu muydu? Yoksa o günleri atlatırken harici bir kaynaktan mı faydalandı? Bilemeyiz ama Burt Lancaster'in başrolü oynadığı meşhur" Alcatraz kuşcusu" filminde beslediği kanaryalar onun hapishanede ayakta kalmasını sağlamıştı.  Artık bir Holywood klasiği sayılacak," Yeşil Yol" filminde ise, bir mahkumunun ehlileştirdiği tarla faresi koğuştaki tüm idamlıklara durumlarını unutturmuştu.

Hepimizin yolları kıvrım, kıvrım. Tümsek ve çukurlar ile dolu. Bu yollardan geçerken çoğumuz için de bu durum geçerli değil miydi? Ya da bundan sonra olmayacak mı? Zor anlarımızda hep biri ya da bir olay bize ayağa kalkma işaretini vermiştir. Marifet işaret ve işaretçilere dikkat ederek yolumuza devam etmek!

Hayırlı yolculuklar efendim.





Kibrit kutusu kadar ama ne?


Merhaba,

Ağzından lokma geçmiyor değil de, yine de paylaşmak istiyor işte yediği yemeğin fotoğrafını, insan.  Gezdiği meydanın heykelinin önünde çektirdiğini de.  Boğazımdan geçmedi inan!  Ya da " ağzına layık!"  Keşke sen de olsaydın!

Büyük ve geniş sofralarda büyümüş dünün çocuklarının gerçekten boğazından geçmiyor 1-2 kişiyle baş başa yenen yemekler.  Daha fazla çehre ama tanıdık yüz görmek istiyorlar.  Kalabalık misafirliklerinin halıda oynayan çocukları Prag Charles köprüsünü koltuklara oturanlara da göstermek istiyorlar, işte. 

Çünkü biz de sofra kurulur.  Yani köprü ya da çadır kurmak gibi düşünsenize.  Bayağı bir inşaat işi ve ciddiyeti kelimelere de yansımış.  Biz de sana yiyecek bir şeyler ayarlayayım ( Let me fix you something to eat!) denmez, çünkü!  Yemek yiyelimdir. 

Babam, bir tek kahvaltıya beklenmez derdi.  Yani, herkesin sabah program, işi gücü, kalkış saati değişir manasında.  Ama, akşam yemeğine herkes yetişebilirdi.  Şimdi bel çevresi düşmanı erkek olarak dolaşırken kaderimiz o zaman yazılmış, meğerse. 

Burada yeri geldi.  Bahsetmeden geçemeyeceğim.  Bir anekdot ile sonlandıralım, yazıyı..  Bel çevresi şampiyonu erkekler içerisinde eski bir bayim vardı. Kulakları çınlasın.  15-20 yıl kadar öncesiydi sanırım.  Malatya'da, eski futbolcuydu kendisi.  Oralarda da sabah kahvaltıları meşhur.  Balı, kaymağı, eti, sütü filan, fişman.  Ama, bir taraftan da bir diyet modası başlamış, özellikle büyük kentlerde aydınlanmış erkekler kendilerine parçalıyor.  Lafı uzatmayalım.  Gittim, vardım yanına Kaptan'ın.  Havadan, sudan daha işe güce gelmedik.  Diyet yapıyorum, abi dedi, artık.  Ööyle eski mükellef ballı, sütlü kahvaltılar yok!  Peki, Kaptan ne yiyorsun? sabahları, diye sordum. 

İşte, dedi ne olsun? 1-2 dilim ekmek, kibrit kutusu kadar zeytin, peynir...

Zeytini kibrit kutusuna sokmuştu Kaptan ama gerisi selbes...

Fotoğraf göndermek zorunda kalmayacağımız, geniş sofralarımızın daim ve mükellef olması dileğimle,

Sevgi ve hürmetlerimi arz ederim.


kimseyi bulamadıksa martıları davet ediyoruz;))

Alış veriş merkezlerinin esas oğlanları

( 16.05.2005 tarihli yazımdan)

Merhaba,

Anadolu’da 5 dakika önce tanışmış olsan bile başka bir mekana geçildiğinde veya yeniden göz göze gelindiğinde merhabalaşılır. Ben bugün kendime merhaba diyorum.Ya da bizim üst kat komşusu Erol Bey’in dediği gibi merhabayın!.

İnsanın kendi kendine söylemesi de güzel.Kendimi görüyorum , selamlıyorum ve gördüğümden memnun olduğumu belirtiyorum. Nece acaba merhaba? Bugün internetten bakıp öğrenirim.

Yazma işi, Ferhan Şensoy’un kitabını ( Eşeğin Fikri) okurken aklıma geldi. Bir bölümünde Haldun Taner’e atfen günde 20 sayfa yazdığını söylemiş.Hatta öyle ki yazacak konu yokken bile sırf bu yeteneğini kaybetmesin diye yazarmış. Sonraları o yazılardan bir kitap çıkmış.

Ben de sırf yazmak için, kağıda dökmek için ve günün birinde yazdıklarımın, yaşadıklarımın kitaba sığacak kadar dolu olduğunu görmek için başladım. Hatta sırf başlamak için başladım.

Başlamak bir işin yarısıdır ya! Hayatta kaç başladığım işi yarıda bıraktım? Yarıda bıraktığım işlerin bir listesi tutmalıyım. Neyi aradığımı bulmak için ya da neyi kaybettiğimi? Şimdi bile bilgisayar klavyesinde yazarken zorlanıyorum. Bir daktilo kursuna başlamalıyım.Yazı yazmayı kolaylaştırmak için. Hem ne zaman yarıda bırakacağımı böylece öğrenmiş olurum.

Neden yazma ihtiyacı duyar insan? Zaten gün boyunca türlü türlü insanlar ile konuşuyoruz. Konuştuklarımız duyduklarımız bize yetmiyor mu? Söz uçar, yazı kalır. O zaman geçtiğimiz yerlerde iz bırakmak için yazıyoruz. Ormanda kaplanın kendi bölgesini işaretlemesi gibi.Killroy was here!

Baba! diye bir sesle ara verdim, yazmaya, oğlum geldi. Doğukan,kimse onunla oynamak istemediği için en iyi oyun arkadaşı olan babasını oyuna çağırıyor. Acaba her çocuk böyle mi? Her çocuk babası ile mi oynamak ister? Yoksa benimkiler mi bana çok düşkün? Eğer hep benimle oynarsa hayatı nasıl öğrenecek? Benim gözümden hayat başka onun gözünden başka. Çocuklar ile çok vakit geçirmek ister istemez senin oyunlarına göre oluyor. Senin koyduğun kurallar, senin baba olarak sevdiğin oyunlar. Arabaya biniyorsun, dondurma yiyorsun, at yarışına gidiyorsun,alışveriş merkezlerindeki korkunç paralı beş para etmez ınn ınn sesleri ile dönüp duran oyuncaklar. O oyuncaklarda gecekonduların yanında birden bire biten bu mekanların esas ama parasız oğlanları. Esmer tenli, çamur pabuçlu,ezik ve atik fakir oğlanlar. Jeton atılmış ama binilmemiş oyuncakların kiracıları, kalan topların atıcıları ve temiz aile çocuklarının şaşkın bakışları arasında işlerini yapan yani oyun oynayan esas oğlanlar.

Ne de güzel karışıyor herkes alışveriş merkezlerinde . Hepimiz sütün en ucuzunu arıyoruz. Hepimiz büyük ve bize ait olmayan boşlukta dolaşmayı seviyoruz.Yapabildiğimiz en iyi şey. Elimizdeki imkanlar ile en risksiz olanı yapmak.Alışveriş merkezine git, kalabalığa karış,ucuz yiyecek al!

Saglıcakla...

Şiire kapılmak ister insan hem yazarken hem de okurken.Kapıldım...

Merhaba,

Çok sevgili kardeşimiz Ord. Prof./ 2 kız babası Oğul Zengingönül'ün blog yazılarını keyifle okuyorum. Tavsiye ederim. Linki de şööyle:  http://jorniyeciktimdonucem.blogspot.com Yazıları vesile oldu benim de ilk yazımı kaleme almamda. Yazarken de ne kadar keyif aldığımı hissediyorum. Onun için zat-ı muhteremi ve köşesini anarak başladım.

Kıymetli okuyucularıma; merhaba...

Bugün aklıma Yılmaz Erdoğan'ın " Yaşabilme İhtimali" şiirini facebook üzerinden paylaşmak fikri geldi. Bilgisayarın arşivini karıştırırken bir eğitim esnasında kullandığım şiirlerin arasında buldum!Daha sonra hemen hep yaptığım gibi akıl ve izan süzgecinden geçirmeye başladım. Uzunluk filtresinde takıldı. Ne alaka filtresinde hafif tökezledi? Çok mu Ankara kavşağında geri vitese takmıştım zaten! Ancak, içimde kaldı. O çocukluk ile ergenliğin alacakaranlığında kaleme alınmış cesur ve samimi duyguların mısraları. Bu yüzden bu ilk yazımda ona koşulsuz, sansürsüz alıntı yaparak yer vermek istiyorum. Biraz da mevsim ve zamanın ruhuna uyarak...


Sevgi çemberinin içinde, hüzün deminin kenarında kalın!

Kerim.

YAŞAYABİLME İHTİMALİ . . .

Sanem'e

soğuk ve şehirlerarası
otobüslerde vazgeçtim
çocuk olmaktan
ve beslenme çantamda
otlu peynir kokusuydu babam...

Ben seninle bir gün Veyselkarani'de haşlama
yeme ihtimalini sevdim.

İlkokulun silgi kokan, tebeşir lekeli yıllarında
(Ankara'da karbonmonoksit sonbaharlar yaşanırdı o
zaman) özlemeye başladım herkesi.. Ve bu hasret öyle
uzun sürdü ki, adam gibi hasretleri özlemeye başladım
sonra..

Bizim Kemalettin Tuğcu'larımız vardı...
Bir de camların buğusuna yazı yazma imkanı...

Yumurta kokan arkadaşlarla paylaşılan
kahverengi sıralarda, solculuk oynamaya başladık..
Ben doktor
oluyordum sen hemşire, geri kalanlar kontrgerilla...
Kırmızı boyalarla umut ikliminde harfler yazılıyordu,
pütürlü duvarlara ve Türk Dil Kurumu'na inat bir
Türkçeyle... Ağbilerimizden öğrendik, Ş harfinden
orak çekiç figürleri türetmeyi..

Ankara'ya usul usul karbonmonoksit yağıyordu.
Ve kapalı mekanlarda sevişmeyi öneriyordu
haber bültenleri..
Oysa Ankara'da hiç sevişmedim ben.
Disiplin kurulunda tartışılan aşkım olmadı benim..
(Sınıfça gidilen pikniklerde kıçımıza batan platonik
dikenleri saymazsak..)
Ankara'ya usul usul kurşun yağıyordu.. Ve belli bir
saatten sonra sokağa çıkmamayı öneriyordu haber
bültenleri.. Oysa hiç kurşun yaram olmadı benim..
Ve hiçbir mahkeme tutanağında geçmedi adım..
Çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm
sadece..

Sana şiirler biriktiriyordum fen bilgisi defterimde ama
sen yoktun.. Ben, senin beni sevebilme ihtimalini
seviyordum, suni teneffüs saatlerinde.. Okul servisi
seni hep zamansız, amansızca bir lojman griliğine
götürüyordu.. Ben, senin benimle Tunalı Hilmi
Caddesine gelebilme ihtimalini seviyordum..

Ben senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum.

…Şiirin bir bölümü
Yılmaz ERDOĞAN