İstanbul'da sadece Mart ayında denize girilmez


Diğer ayların her günü peki tabi girilebilirmiş. Ada vapurunda bir adamla tanışmış, kendisinden işitmiştim. 

Motorların henüz adalara çalışmadığı yıllardı. Sadece şehir hatları vapurları çalışırdı. O vapurların 3 büyükler diye anılanları vardı. Ekseriyet adalara onlar giderdi. Fenerbahçe, Paşabahçe ve Dolmabahçe.

İşte o vapurların birindeydi. Burgazadadan bir 29 Ekim günü Bostancı'ya dönerken yanıma oturmuştu. 

Kavanoz dibi gözlükleri ve dik bir oturuşu vardı. Elinde Pan am amblemli mavi muşamba bir çanta taşıyordu. Diğer elindeki hasır poşet içerisinde aluminyum çaydanlıkla tüp gaz vardı. Yanındaki beyaz saçlı ufak tefek adamla sohbet ediyorlardı. Her ikisinin de mat beyaz saçları, güneşten yanmış tenleri ve delikleri iyice aşınmış boyası dökülmüş kemerleri vardı.Fakat bir yarış koşacak atlet formunda ve enerjisi içindeydiler.

Kalpazankaya denizden adanın burnunda günün başlangıcında çaylarını demlerler, akşama kadar da denize girip vakit geçirirlermiş.

Ben de sordum:

-Nereden geliyorsunuz
-Sarıyerden. İlk önce Sarıyer taksim otobüsüne daha sonra da taksim bostancı otobüsüyle buraya geliriz. Biz İstanbul'un her tarafını denize girmek için yıl boyu dolaşırız. Bir tek mart ayında denize girmeyiz. O zaman İstanbul'un suları soğuk olur.

-Ne iş yapıyorsunuz peki?
-Ben Kapalıçarşı'da dolar, mark kiralarım. Sabah 100 mark veririm. Akşama yüzmakla birlikte kirasını alırım.

Adama bakınca dövizle tefecilik yapabilecek bir profili göremiyordum. Üstelik dolar mark tefeciliği yapan birinin elindeki çaydanlık ve 30 sene önce bedava verilmiş uçak çantası ile ada vapurunda denize girmek üzere ne işi olur diye merak içindeydim. Herhalde bir yerde bu işi yapan bir tanıdık olmalı diye düşündüm.

-Benim karım var ya !

diye söze girdi .

-50 lirayı görse vallahi dolar zanneder. Hiç görmedi ki. O kadar tutumludur.Pazarın bitmesine doğru alışverişe gider ezilmiş, çürük, çarık domatesleri alır. Bize onlardan o kadar güzel bir domates çorbası yapar ki değme lokantalarda aynısını yiyemezsiniz.

Beyaz mat saçlı, kavanoz dibi gözlüklü adam konuştukça ben Taksim Bostancı otobüsün hat numarasını hatırlamaya çalışıyordum. Tabii ya: 112. Taksim.Beşiktaş üzerinden . 111: Çamlıca üzerinden diye hatırlayıp rahatladım. 

O,kaldığı yerden konuşmaya devam ediyordu:

-Alkol, sigara da kullanmam ben. Ne işim var? Onun yerine 1 kg baklava alırım. Hem zihnin berrak kalır, hem de ağzımın tadı kaçmaz. Baklava varken, rakıyı ne yapayım?

Adamla sohbet ettikçe saygı duymaya başlamıştım. Özensiz kıyafetli, yaşça geçkin, karısını pazardan çürük domates toplamaya gönderen adam gözümde kendi içindeki bütünlük ile büyüyordu. Bostancı'ya yaklaşıyorduk. Tüm yolcularda bir kıpırdanma başlamıştı. Her ikisinde ise bütün yolcuların üzerinde bir kıpırdanma ve toparlanma kendini gösterdi. Hızlı ve net bir vedalaşma ile vapurun iskele tarafındaki merdivenlerine yöneldiler

Telaşlı vapur çıkışında otobüse yetişmek için kalabalıkları sağlı sollu yararak hızlı adımlarla gidişlerini izledim.  Dalgaların köpüğüne benzeyen saçıyla o da kayboluverdi insan denizinde. 

İstanbul'un en zengininden daha hisli İstanbul'u yaşaması, elindekiler ile mutlu olmasını bilmesi ve yaşamdan daha fazla keyif almak için para ile satın alınamayan zevklere dönük olması hala bugün bile aynı saygıyı uyandırıyor içimde.

                  Soğuk, 2017

Şimdi Diyelim ki


Şimdi diyelim ki: yıllardan 1979 Ekim Ayı'nın beşi, İstanbul'dayız. Kadıköy'ünde. Mühürdardayız. Üstad Haldun Taner yeni bir kitabı bitirmenin hazzı ile sandalyesinde kaykılarak, elleri başının arkasında 23. daktilosuna hürmetle bakıyor. Gülümsüyor. Masadan kalkıp, daktilo örtüsünü makinenin üzerine geçiriyor.

Mevsim itibarıyla daha pastırma yazına merhaba denmemiş. Sonbahar ancak sobalar yakılmamış. Kadiköy çarşısında palamudun çifti kim bilir kaç kuruş? İstavrit henüz tezgahlarda değil. Ya da bir çorba parasına kilosu gidiyor.

Mühürdar gün içinde sakin, Kadıköy desen değil. Moda desen hiç değil ki birkaç kaçamak sevgili ya da okul kaçkını kendine yer bulsun.

İkisinin ortasında bir saklı muhit. Üstadın seçimi de bu durumu destekliyor olsa gerek. Hem kalabalık halkın içerisindesin hem de seçkinci Osmanlı-Cumhuriyet sınıfının yanı başındasın.

Tramvaya uzak, çarşıya yakınsın. Bir sene geçmeden ihtilal olacak bu duruma dahi uzaksın.

Ama gün devrilecek, akşam mutlaka olacak.

Olunca da muhakkak İstanbul'a inmek ister insan . Hazır koca bir kitap bitmiş. İstiklal caddesi karışık mı acaba? Hanıma bir soralım bakalım akşama kimseye söz vermiş mi? Bugün poyraz da sert; ne giymeliyim üzerime? Derken ;evdeki işlemeli kestane renkli koca antika dolap küçücük elciklerinden sıvışarak büyük bir gıcırtıyla kapanır.

Pencerenin önündeki güvercinler bu sesle irkilerek pervazdaki yerlerini ileri geri hareketlerle değiştirirler. Birkaç kanat havalanmak istercesine çırpılır ancak o kadar. Pozisyonları sabitlenir.

Ucunda deniz görünecek gibi uzanan dar sokaktan kuyruğu kalkık kediler hızlı adımlarla geçiş yapmaktadır. Üstad pencereyi açar güvercinler uçar. Evin içerisine Kadıköy havasıyla bir gri beyaz güvercin tüyü girer. Masadaki kağıtlar,kül tablasındaki küller hercümerç olur. İki eliyle pencereye yaslanıp açtığı gibi kapar.

İşte bana da böyle oldu bir nefeste okuduğum "Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil "adlı kitabı.

Pencere açıldı. Yüreğime bir edebiyat havası doldu. Bir siyah satır , babamın ki gibi bir silüet kaldı hatıramda.