Bir Şeyin Sonu; Yıl Olabilir


Eski orta asya geleneklerdeki gibi yıl sonunun, baharın başına denk gelmesi daha uygun aslında. Yıl sonu diyoruz ama dışarıda bir şeyin sonu ya da başı gibi bir hava yok. Kara kış tüm hızıyla devam ediyor. Bizim için ise zoraki bir eğlencenin ötesinde herhangi bir mod değişikliğini ateşleyecek bir durum da yok. Yılın muhakemesini yapsak hepimiz sınıfta kalırız. Yapacağımız muhakemenin yarısı da kilo vermek ve sigarayı bırakmak ile ilgili olur. İnsanlık vasıflarımız ise daha hakim önüne çıkacak dosya numarası bile alamaz. Doğal olarak bir uyaran olmalı, yeni yıl geldi diye. Ayılar bile inlerinde uyuyor. Yeni yıl hayvanat ve nebatın umrunda değil ki?

"Rahat bırakın bizi! Kah toprağın bağrında, kah kendi bağrımızda uyuyoruz. Uyutuyoruz baharımızı"

Bu takdirde, yapay bir uyaran devreye girmeli. Yeni yıl için. Kırımızı kocaman harfler ile yazsak, hoşgeldin diye buyur etsek olur belki. Tüm kutlamalarda bir hayvan da katledilmeli ya! Onun için de Kandıralı'yı devreye soksak. Zaten bir ay öncesi A.B.D'deki Şükran Günü'nden hazırlıklı hindi hazret! İçi de boş olmaz şimdi.Grevi sos da bize ters gelir. Gel sen, ona güzel bir iç pilav yapalım. Dış pilav kuruya yakışır ne de olsa. Yanına artık kredi kartıyla marketten ne lazımsa...

Bu minvalde bir Gregoryen takvim yılını daha geride bırakıyoruz. Karınca, kararınca. Atalarımız, analarımız yaş alıyor, bebelerimiz büyüyor, kredi kartı yıllık ücretleri tahakkuk ediyor. Aç açıkta, tok sıcakta bekliyor. Stoklar sayılıyor, hedefler sıfırlanıyor. Zemberekler kuruluyor. TV ekranları büyüyor. Endişeler, özlemler de beraber büyüyor. Yağmur yağıyor, kar oluyor soğuyunca, kar beyaz oluyor kimine, kimine de dert oluyor soba parası. Geride bırakmanın dayanılmaz hafifliği ile istikbalin meçhul ufku karşıyor birbirine.

İşte meçhuliyet içinde; sağlık, afiyet ve neşe sağanağı altında ıslansın dertlerimiz! Hasretliklerimiz kavuşsun, hastalarımız iyileşsin, dermansızlarımız kuvvetlensin bu yıl! Büyüklerimiz afetsin, küçüklerimiz haylazlık etsin, evsizlerimiz çatı diksin, göz yaşlarımız dinsin, bu yıl! İşcilerimiz alın terlerinin, tacirimiz sermayesinin karşılığını alsın! Öğrencilerimiz bol not alsın, hocalarımız kıt not vermesin! Ağzının içine bakan öğrenmeye istekli gözler olsun önlerinde.

Hayırlı olsun, uğurlu gelsin 2 tane bin yılın üzerine bir onbeşli...        

Geçti


Babamın, sağ eli benliydi. Göçtü,gitti.
Japon elması ağaçları, Norveç konsolosluğunun yukarısı,
Tahtadan oyulmuş toplu tabancam arsada kırıldıydı.
1966 model WV servis şoförü uzun saçlı adı neydi?
Sınavda sancılanmam, Nalan'ın sınıfa işemesi geçti,
İlk aşka soyadı aynı kimlik hazırlamıştım,
Karşısında otururdu.
Ses sineması kapanınca atılmış bilet koçanları gözlerimin önünde
Onlar geçti.
Cumartesi günlerinin midemdeki kıpırtısı
Genzimi yakan kışlar Arjantin bira bardakları
Geçti.
Mahalledeki Trans am'lı, kimin abisiydi?
O da geçti.
Ya,Charles Bronson'a benzeyen, kimdi o?
Hatrımdan geçti.Gitti.

Erdek'de gece babamla denize girmem, sabah erken kayıkla balığa çıkmam
İğde ağacını gazoz ağacı diye kandıran küçük dayımın kahkahaları
"Pardon diyen eşekler" çoğaldı diyen sarı saçlı yazlık sinemadaki kız da geçti.
Kardeşimin ayağındaki midye kesiğinden damlayan kanla lekelenen kumsal yolu
Mini motel iskelesindeki samsun sigarası geçti.
Üç balkonlu Dalokay evi, cebinde beyaz fareli kuğulu parktaki adam
Amerikan kültür bahçesindeki Avşa şarabı da geçti
Atatürk'ün masasında bilardo oynanıp çift kaşarlı tost yemem
Hayvanat bahçesindeki  Yakup geçti.

Tuvalette tercih değiştirmem ve ilk şiiri yazmam
Soğuk mavi tren, sıcak mavi tren eskişehir'deki çene titreten soğuk
Tuhaf tuhaf bağırıp poğaça satan adam " yooaccçço" geçti.
İlk kalp çarpıntım son ayrılışım
Oğlumu ilk defa kucağıma alışım, ahtapot Asım hepsi geçti.
Aydınlık yüzlü küçük oğlum, 3 emzikten Noel baba
Sahil la sahil de geçti.

Terzi Naci, Foto Naci, Ömer amca, Necdet Bağdat hepsi
Yurttaki çift kişilik yatak Nejdar ve Tayfun ile Hayri de geçti.
Yazamadıklarım, konuşamadıklarım küfür edemediklerim kucaklayamadıklarım
Geçti...Göçtü...Gitti...









Nasıl hatırlanmak istersiniz?


Kaldırım taşlarını sayarak kalabalık bir caddede yürüyen bir çocuk. Her tarafı ve gördüğü her şeye dikkatli bakarak, sanki hatırlamak için yürüyor. Önlerinde iki adam yavaş ve uyumsuz adımlarla ilerlemekte. Sanki biri sendeliyor. Diğeri ötekinin koluna girmiş, onun yürürken payandası olmuş sanki. Yaklaştıkça, sendeleyen adamın sarhoş olduğu anlaşılıyor. Çocuk sarhoşluğu bildiğinden değil beynine kodlanmış gibi anlıyor. Yolun karşısından ise kendinden yaşça daha küçük bir çocuk yaklaşmakta. Derme çatma boyacı sandığı ile ayaklara bakarak kendilerine doğru yürüyor. İkisi de kalabalık yetişkin cadde de boy veriyorlar.

Birden, havada savrulan hoyrat, sarhoş bir tekme; boyacı çocuğun sandığını  tarumar edip yolun zemininde parçalara ayırıyor. Sendeleyerek uzaklaşan sarhoş ile ağlayarak yerdeki malzemeleri toplayan çocuk. Her iki karakter de kadrajın farklı köşelerine doğru kayboluyor. Tam o sırada yetişkin caddenin en yetişkin insanı çıkageliyor. Çocuğun elinden tutup, yerden kaldırıyor ve eline o zaman için belki 1 haftada kazanamayacağı bir para veriyor. Şaşkın bakışları tatlı bir tebessüme dönüşüyor. Elini tutuyorum, babamın.

Çok yıllar sonra, işlek bir taşra hava limanında;

Aynı boyacı çocuk henüz okul pantolonuyla çıktığı gönülsüz ekmek kavgasının ortasında. Hevesli ama umutsuz bir teklifin ardından aldığı bir haftalık parası yüzünde tebessümün ötesinde bir suret aksettiriyor. Aklıma babam gelmiyor.

Bu akis benimle birlikte fotoğraflanıyor. Müdürümün cep telefonunda benim adımın yanına yerleştiriliyor. Her aradığımda o anı hatırlatıyor.

Nasıl hatırlanmak istersiniz?

Arnavut İnadından Safa


Geçen akşam Safa'ya Arif abi'nin masasında misafir olduk. Öyle servis masası değil. Bildiğiniz yazıhane masası. Üstünde altı metal bazalı maarif takvimi. Yanında porselen vazo. Kalem, sümen tüm takvalat mevcut. Hemen, masa gelin edildi. Beyaz bir örtü ile duvaklandı. Bardaklar dizildi ve rakı geldi, sırasıyla da mezeler... Masa ağır mı? ağır. Ağırlığı Süleyman Bey'den başlıyor esasında. Süleyman Bey Safa'nın kurucusu, rahmetlik. Arif de onun oğlu. 25 senedir, Beyoğlu'na gidemeyen, gitmek istemeyen, mavi gözlü, arnavut bakışlı oğlu.

- Eskiyi bulamadığım için, gördüklerim beni üzdüğü için gitmiyorum, Beyoğlu'na.

diyor.

- Babam çok sert mizaçlı bir adamdı. Bir çok şeyi öğrenmem ancak son zamanlarında oldu ne yazık ki!

diye devam ediyor, Arif abi.

- Artık yaşlanmıştı, Beyazıt Çorlulu Ali Paşa Medresesine nargile içmeye götürüyorum, babamı. Gençken sormaya cesaret edemeyeceğim şeyleri soruyorum. En önemlisi de bu işe nasıl başladın? Zira, bu sert tabiatlı, aslında meyhaneciliğe uygun olmayan adam nasıl oldu da bu işe girdi? Onu merak ediyordum.

Arif abi'nin öğrendiğine göre; Süleyman Bey 1940'larda, başları olmalı. Meyhane açmaya karar veriyor. Zaman Bahçekapı-Yedikule tramvay zamanları. Ağır aksak, Kürdili hicazkar zamanlar. Sokak levhalarının kırımızı fona beyaz yazı ile ile yazılıp, asıldığı zamanlar. Yedikule'deki büyük kapının belli bir saatten sonra kapanıp, içinden açılan küçük ahşap biraderinin hizmet verdiği zamanlar. Yanında inzbat karakolu. Osmanlı'nın -Bizans'ın ruhen de surlarını terk edemediği zamanlar.

Tam da bu zamanlarda, arkadaşları kararından vazgeçirmeye çalışıyor hazreti. Sen bu işe uygun değilsin. Bu iş erbabının işidir. Gel yol yakınken vazgeç gibisinden telkinlerle şevkini kırmaya çalışıyorlar, Süleyman Bey'in. O da el'cevap : Niko, Dimitri, Haçik yapabiliyor da? Neden ben yapamıyacakmışım, diyerek soyunuyor meyhaneciliğe. Arnavut inadından safa olur muymuş? olmuş işte. Biz de masasında ruhlarını şad ediyoruz.

Nasıl mı müşerref olduk?

Bu müstesna zamanlardan akan nostalji nehrine,işcinin alın terinin, sıkışan trafiğe karıştığı zamane mekanlardan dahil olduk. Duvarda mahkemelik Ara Gürler fotoğrafı, yanında meze dolabı. Balıkların pullarındaki yakamoz kalıntıları, favaya çarpıp beyin söğüşe karışıyordu.  Ara sıra da ata sofralarından nağmeler çınlıyordu. Nereden mi, çıkartıyorum, bütün bunları?

Gidin de görün!

Sağlıcakla...


Dumanında Hayat - Şiir


İp gibi uzuyor sigaramda dumanım,
İp gibi inceliyor hayatım.
Titrek, ürkek gri duman gibi,
Ara sıra hayaller çiziyor,
Askıda kalıyor bir süre,
Öyle havada;
Sonra şekilsiz bulutlar oluyor,
Uçuyor, gidiyor öylece.
Sigaram yanıyor, içim gibi,
İçli, içli yanıyor hayatım.

Şekilsiz, ürkek hayatım,
Aşksız, sevdasız, hırssız hayatım.
Geçiyor, önümden sevdalar,
İhtiras treni çoktan kalkmış,
Son yolcusuna bile el sallayamadan!
Dönüp, gidiyorum istasyondan.
Kıpırtısız, yalnızlığıma döneceğim.
Kıpırdamadan, bekleyeceğim,
Hayatımdan gidenleri.
Giden gelmeyecek, mamafih.
Yaşanmadan da gidilmeyecek,
Madem?
Budur takdir-i ilahi.

 (2007 yılında bir zamanlar, bir kaç satır dokunuşlar ise 2013)





Oturmusum aksam ustu bir İzmir meyhanesinde


Mehmet'in yeri tire kebapcisi yaziyor tabelasinda. Bir daha gittigimde kalacak mi? Bu tabela merak ediyorum.5 sene once gelmistim yine. Tuborg a yaptirmis ona da para harcamamis yani. Sahipleri meyhane girisinde oturyorlar sirayla. Hani oyle tam meyhane de degil yani. Bir nevi ickili lokanta daha dogru olur. Beyin sogus ve ege otlari biraz beyaz peynir soyledim. Zeytinyagi enfes. Beyin sahane camli dolapda belki 5 -10 kilo beyin sogus var anlamadim. O kadar satiyorlar mi?
Simdi, sahiplerinden biri yanaştı yanıma, hatta servisi de yaptı. Bol tereyağlı siyahlaşmış toprak kapta meşhur "Tire Kebabı". Kabın dibine biriken tereyağına ekmek bandırmak yoktu ama!

Velhasıl, agzim dugumlendi bugun sanki. Herkes ne kadar da dolu. Sanirsin tum musteriler sorunlu ve hepsi de aynı anda geliyor. Ama akşam kaldırımda meyhane muhabbeti iyi geldi. Agzım, dilim açıldı. Hem de yazacak tatlı bir konu çıktı!

İzmir, dingin edepsizliğiyle bu akşam bir gavur kaldırımındaydı. Yedi içirdi, yolcu etti bizi!

(Bir zamanlar İzmir...)

Belki de


Yok artık bu son olsun, gitmeyeceğim senin peşinden artık,
Deli danalar gibi dolaşmayacağım ardından,
Apartmandan çıkışını beklemeyeceğim, günümün ayması için,
Dolmuşta arka sırana oturmayacağım ,
Saçlarının kokusunu rüzgara benzetmeyeceğim,
Adını da o ağaçtan kazıyacağım,
Belki de bırakırım...




Tatlı Esnaf Yalancıkları


Bizim esnaf uyanıktır ya! Lafı boldur, hazır cevaptır.  İyi satıcıdır özünde. Kült olmuş ya da sürekli iyileştirme prensibi uzantısı lafları da çoktur. Mesnet ve dayanak limanından epey uzağa açılmış bu gemiye bindirmek isterler çoğumuzu.  Bu gün onlar hakkında yazayım istedim.Yani kategori de yapmak mümkün ama burada değinmeyeceğim. Manav-bakkal-kuruyemişci v.s. gibi. Başlayalım bir yerden: ( Sevgili Bahadır'a teşekkürler!)

Eskiden kasaplar vardı ya sonra et galerisi oldular. Şimdi ise gurmeler için kg.sı 100 TL ye etler dolaplarda çürütülüyor. Hal böyle olunca aşağıdaki gibi bir jargon gelişti.

-Abla, hayvanlar kendi çiftliğimizden, kekikle besleniyorlar...

Bu kekik lafını ilk olarak Bursa kebabının lezzetini mühürlemek için birilerinden duymuştum. Mantıklı da gelmişti. Bursa'nın hemen yanı başında uzanan Uludağ. Onun yeşil ve yüksek yaylarında yayılan koyunlar ve yediği otlar. Ama, gel gör ki şimdi bütün hayvanlar yayılıyor ve memleketin her yerinde kekikli lezzetli otlar ile besleniyorlar ha? Yapma be birader, bildiğin kurumuş otla, darıyı bir kaç m2 yerde yediyse şanslı hayvan, neden zorlarsın?

Kapadokya turizme bu denli açılmadan ülkenin en azından batısının kileri gibiydi. Kuru ve serin peri bacaları; Mersin ve Alanya'nın limonlarına yataklık ederlerdi. Yatak limon lafı da oradan gelmedir.

- Ağbicim, yatak limon bunlar, sulu, sulu, nerede bulacaksın bunun gibisini?

Elbette, bu bayağı önceydi. Şimdi, Kapadokya'nın kovuklarında gecesi 150 avro'ya Japaonlar yatıyor, Nerede kaldı, bizim Tarsus'un içi turşu dolu fiçicığı yatsın. Desene aşılanmış Meyer limonu diye...

Anzer yaylası, Rize'nin sahilden 57 km yükseklerindeki köylerin de yayla olarak kullandığı bir yayla. Oradaki kooperatifin üyelerinin ürettiği balın yarısı devlet erkanına kalanı da önceden parasını veren yabancılara satılıyormuş.

- Amcacım, bu hakiki anzer balı onun için kilosu 200 TL.İstesen de 200 gr. dan fazla veremem, Buna sakın metal kaşığı daldırma şekerlenir!

Ee, bitmedi komşum senin bu bal; kışın ortasında yazdan kalma anzer balını 50 kg. sattın ha? Yapma:Hepimiz din kardeşiyiz.

Finale : Tekirdağ göbek rakısı ... Bu mevzunun açılımını tahayyül gücünüze ve anılarınızın rehberliğine bırakıyorum.

Tatlı tatlı ...     

Ali Enişte'nin Kılıcı


Duvarda asılıydı. Kabzası sedef kakmalıydı. Hatırladığım eskinin çok aydınlatmayan oda avizelerinin belli belirsiz sarı ışığının yansımasıydı. Her gidişimde gözüme çarpardı o kılıç. Ali enişte Huri halanın kocasıydı. Huri hala babamın akrabasıydı. Onun tarafından akraba olduğu için hala diyorduk. 

Ali enişte babacan görünümlü, Hulusi Kentmen gibi bir adamdı. Eski bahriye subayıydı. Yavuz zırhlısında görev yapmış, bir Osmanlı adamıydı. Hatırımda onun anlattığı bir anısı hala canlı. 

Ali enişte, Yavuz zırhlısında görevli. Atatürk şapka devrimini yapmış. Demek ki yıl 1925 sonrası olmalı. Ancak bugün, kronolojik sıraya koyuyorum. O zamanlar masal gibi dinliyorum, yoksa. 

Rize şapka devrimine karşı çıkmış. Şapka giymeyiz diye. Yavuz zırhlısına emir verilmiş, Rize’ye doğru seyre çıkın diye. Ali enişte anlatıyor. Velhasıl koskoca Yavuz zırhlısı Rize açıklarına, gelmiş demirlemiş. Rize bugün de nispeten Üsküdar kadar bir yerleşim. O zamanlar daha da dar bir alan da olmalı. Yavuz koskoca bir gemi.

Ali enişte diyor ki, topları kuru sıkı doldurduk. Emir geldi, ateşledik. Rize semaları gümbür, gümbür gök yarılmış sanki. Akabinde Rize’li damlara çıkmış: secde edermiş. “ Şapka da giyeceğiz, fesi de atacağız” diye …

Küçükken hikaye gibi dinlerdim, şimdi düşünüyorum da… Allah toprağını bol etsin bana anlatanların! 

Neden yazmaya başladım?


Lise veya üniversite zamanlarının ilk yıllarında Ankara'da dilden dile dolaşan bir O.D.T.Ü. sınav hikayesi vardı? İşte, odtü'de hocanın bir tanesi sınav hazırlamış. Sınavda, tek bir soru var:

Why? Neden?

Sınav kağıdını alan tüm öğrenciler şaşkın. Ne demek bu şimdi? Roman mı yazacağız, bu konuda? Hangi anlamda neden? gibi aralarında bin türlü soru türetip durmuşlar. Velhasıl, sınav da başlamış herkes sarılmış kalemlere.

Ancak, sınav sonunda en yüksek puanı tek bir kişi almış. O da, şu cevap ile : 

Why not? Neden olmasın?

Bu hikayeyi neden yazmaya başladığımın cevabı olarak veremem ancak her zaman güçlü bir tez olarak kullanılabilir. Neden olmasın? Olumlu, eyleme dönük ve kucaklayıcı bir sözcük.

Benim yazarlık hikayem çok genç denebilecek yaşlarda şiir ile başlamıştı aslında. Zannediyorum ilk şiirimi yazdığım da şu an büyük oğlumun olduğu yaşlardaydım. 13-14 gibi olmalı. Anneannemden aldığımı bildiğim ( ancak ne vesile ile hatırlamıyorum) koyu yeşil deri kaplı, A5 büyüklüğünde ve her sayfanın sağ üst köşesinde bir çiçek motifinin yer aldığı bir defterim vardı. Kapağında sanki altın varaklıa işlenmiş gibi "Şiir" yazıyordu. Ona yazmaya başlamıştım ilk şiirleri.

Ankara'nın soğuk ve o zamanlar is ve pus dolu havası başka birçokları gibi bana da epey ilham kaynağı olmuştu. Sonrasında gelen gençlik sevdaları ve hayal kırıklıkları da yazarlık yolunda bir hayli yoldaş olageldiler.

Kronolpjik sırasından ziyade yazmanın bana yaşattırdıklarına gelince. Yaşsız bir ben yapıyor sanki beni. Kelimelerin ucunda kendi içinde yaşattığın sensin daima. Yaşlanmayan ve yaş almayan. Genç de olmayan. Yaş mefhumu olmayan. Sana ait olanları canlı tutmak ve paylaşmak ise bir başka güzel.

Yazmayı kendimi bildim bileli hep çok istedim.  Bunun çok büyük bir kısmı ruhumla ilgili olmalı.  Geride benden bir iz bırakmak. Güzel izler bırakacağımı biliyor ve hissediyordum.

İşte bunlar için yazmaya başladım.

Yol hikayeleri 1.gün


Küçükyalı'da ayakkabı tamircisi arıyorum. Sırtımda sırt çantası. Terzilik tamirleri, terzinin yan komşusuna bırakmıştım. Poşetin içine de yapılacak tamirleri tarif edip, telefon no.su ile ismimi de yazdım. Bir elim hafiflemişti. Aradığım tamirciyi buldum. Ayakkabıları bıraktım. Diğer elim de boşalmıştı. Sırtımdaki çanta hafif geliyordu, artık.

Maltepe'de indim. Belediye otobüsüyle E5'e çıktım. Binmem ama, ön yargısız olmak lazım, diye bindim, Gebze minibüsüne. Herkesin sabrını denediği gergin bir tecrübe, harem-gebze minibüsleri. Hergün gidip-gelenlerin sağlık hizmetlerinde ayrıcalıklı faydalanması lazım, bence. Denemesi bedava. Sabır sınırını Kartal eğitim hastanesinin önünde geçemeyeceğimi anladım. Sabır taşım çatlamıştı. Şoför durmuş, sürekli korna çalarak, geriye dönük tuhaf bir el işaretiyle yoldan geçenlere geliyor musun? gibi bir şeyler mırıldanıyordu.  Hastanenin acil girişine 50 mt. mesafede olan bu tuhaf durum, bir kaç durak önce kendisine adres tarifi soran nakliye şoförünü saygısızlıkla suçlamış olması durumu da daha da tuhaflaştırmıştı. Şoföre bağırarak minibüsden indim.

Tuzlaya kadar gitme niyetiyle bindiğim ÖHO ( özel halk otobüsü) den Yakacık da indim. Çünkü İzmit büyükşehir belediye express otobüs durağı tabelasını görmüştüm. Belediyenin çağrı merkezine telefon açtım, duraktan geçiş saatlerini öğrendim. İzmit'e doğru air condition lı, Wİ-Fİ lı belediye otobüsünün içerisinde İstanbul'un doğusuna doğru yola koyuldum. Tanıdık ve bildik, yeşilsiz ve şekilsiz yerlerden geçiyordum. Sonunda İzmit'e vardım. Yemek molası zamanı da gelmişti. Bildiğimi zannettiğim bir yeri aramak maksadıyla sıcakta, çarşıya doğru yöneldim. Ancak, kısa süre bir arama macerasından sonra, iskender kebapçısının doşarıya atılan masalarına iliştim. Hem köfte, hem de döner yemek istediğim için, iki çeşitten de yarımşar porsiyon sipariş verdim.

Artık, daha da doğuya Karadeniz'in kıyısından Sinop'a kadar gitmeye hazırdım.

Harbiye Orduevi kahvaltısı


Askerliğimi Kasımpaşa Subay Orduevi'nde yedeksubay olarak 1993-1994 yılları arasında yaptım. O sürede Dünya askeri olimpiyatlarının büyük bir kongresi de İstanbul'da düzenleniyordu. Dünyanın dört bir yanından rütbeli subaylar ve askeri memurlar İstanbul'a akın etmişler, orduevleri birbirinden renkli ve farklı bu subaylarla dolmuştu. Bu renk ve farklılıklara üniformalar da tüm çeşitlilikleriyle de yardım ediyordu.  Beni de mihmandar subayı olarak geçici görevle Harbiye Orduevi'ne atadılar. Kongreye katılan üst rütbeli subaylara rehberlik yapıyordum. Harbiye Orduevi'nde diğer birliklerden gelen yedeksubay ve subay arkadaşlarla beraber oluyorduk. Farklı bir tecrübeydi, sivil görev yapıyorduk ve gerçekten işe yarıyorduk. 

Harbiye orduevi'ne sabahları gelip otelin pastanesinde kahvaltı yapıyordum. Herkes sivil olduğu için rütbeleri tahmin etmek güçtü. Ancak, yine de emin olmadığın kişilere " efendim" ya da " komutanım" diye hitap etmek bir gelenek halini almıştı. Esasında askerde bir üst rütbeli subaya "komutanım" diye hitap etmek bir kuraldı. Bu kuralı Bahriye de kendine göre eğriltmişti. Orada " Efendim" diye hitap ediyorduk.  

O sabah yanımdaki masada benden yaşça büyük bir çift de kahvaltı yapıyordu.  Ölçülü bir hava içerisinde sohbete başladık. Sohbet bizi Marmaris'e götürdü. Marmaris daima anılarımda anlamlı bir yer kaplamıştır! Bir yaz lise bitimi çadır tatili yapmış, başka bir yaz boyu turizm acentesinde çalışmış ve babaannemle beraber kalmıştım. En önemlisi de amcamın yaşadığı yerdi. Amcam, çok hoş sohbet, neşeli, yemeyi fazlasıyla seven ama o derecede titiz bir mimardı. Nur içinde yatsın!

Çarşının ve limanında tam ortasında eski taş binadan, şirin mi şirin bir ofisi vardı. Marmaris ve civarında mimar-müteahhitlik yapıyordu. Ben de sohbete bu minvalden devam etmek istedim. Sohbet ettiğim çift de Donanmanın Aksaz üssünde görevli bir albay ve eşiymiş. Efendim ben işte amcam mimar, falanca, şurada ofisi var deyince, karşı taraf bir durakladı, birbirlerine baktılar. Bana dönüp teyit ettirmek niyetiyle " Sizin amcanız mı ? dediler. Ben de aynı şaşkınlıkla evet deyince. Ağızlarındaki baklayı çıkarttılar. Meğer, bu hoş sohbet çift amcamın İçmeler'de yaptığı ve uzun zamandır uğraştığı villanın yan komşularıymış. Onun titizlikle yeniden, yineleyerek yaptırdığı ve kendilerin de arsalarına mütecaviz adlettirdikleri inşaatından çok rahatsızmışlar. Hatta bu konuda amcamla ciddi tartışma yaşamışlar. Bu durum sonrasında bizim kahvaltı sohbeti de buz gibi eridi. İşte, o zamandan sonra yeni tanıdığım birine daha çok onu dinlemeden başka bir tanıdığımdan bahsetmedim. Ama bu da tatlı/nahoş bir anı ve şimdi de bir yazı olarak bende kalmış oldu.

Oy veremeyen vatandaş yerine devlet mahçup olmalı!


Devlet vatandaşlarına vatandaşlık görevlerini yerine getirirken tüm kolaylıkları tanımalıdır.  Modern devlet anlayışının temeli budur.  Bu yorum anayasadan da çıkarılabilir.  Türkiye’de 12 milyonluk öğrenci nüfusu ve yazlık ve yayla kültürü ile yazla kışı çok farklı yaşayan bir ülke. Bu durum çok uzun zamandır böyle. Herkesin 2 adresi var. Kışın köy ya da şehir; yazın yayla ya da yazlık. Vatandaş aynı vatandaş. Kimlik no.su var. Kimlik belgesi var. Sandık başına gitse; nerede olursa orada oyunu kullansa. Ya da buna benzer bir kolaylık tanınsa; maksat vatandaşın görevini kolaylıkla yapması. Hangi görev? Oy kullanmak! Bu seçimde oy kullanamayan vatandaşların sayısının çokluğu, kendi kişisel sorumlukları olduğu kadar toplamı da devletin sorumluluğudur. Devlet vatandaşın görevini yerine getirmesi için vatandaş dostu bir çözüm geliştirmemiştir. Üstelik genel anlamda bir verimsizlik de yaşanmasına neden olmuştur. Seçmen kütüklerini; yazlık adreslerine aldırmayanlardan bahsediyorum (3 ay gibi kısa bir süre vardı). Bu vatandaşlarımız görevlerini yerine getirebilmek için kışlık adreslerine döndüler. Otobüs bileti aldılar, kendi araçlarına bindiler. Yakıt tükettiler. Zaman tükettiler. Belki bakmakla yükümlü oldukları aile fertlerinin rahat ve düzenlerini bozdular. Üstelik seçim muhtemelen 2 turlu ve arasında 15 gün var.  Kimi kalacak, kimi dönecek. Geri dönüş maliyetine katlanacak. Kiminin hasadı başladı, başlayacak. Yazlık evi kapatıp tekrar açacak. Ya da temelli kışlık adresine dönecek. Neden? Çünkü; oyunu kayıtlı olduğun yerde vereceksin! Kuralı kim koymuş? Senin verdiğin vergiyle iş yapan devlet memurları… Hay sen çok yaşa!!!

Bize mahsus şeyler


Her gece salona serilip, sabah toplanan yatak,

Boş gezenin boş kalfası ama çok sevilen dayı, ( o yatak onun için olabilir)

Koyu renk JB şişesinin yırtılmış etiketlisine su koyup, buzdolabında muhafaza etmek ( kırmızı kapak kayıp ama!)

Gizlice sigara içerken pederden baskın yendiği anda; yarım izmariti tek bir dil hareketiyle ağız boşluğunda bekletme ve o sırada hiç nefes almama rekoru,

Okunmuş pirinç taneleri,

Misafirin geliş istikametine göre  eşiğe yerleştirilen terlikler,

Lastik değiştirirken sıcakta eriyen vatandaşa " Hah, şimdi ayağınla üzerine çık, gevşet" diyenler,

İlerideki çevirmeyi haber veren şoför dayanışması,

Kuru fasülye ve dönere her lokantada farklı ad takmak ( kanarya, kes gibi)

Pembe teksir kağıdından inşaat çivisine batırılmış kağıt havlular,

Mars gezegeninden numune getirilen meteor parçasına benzeyen ayağı, erkek berberindeki bayan pedikürcünün yardımıyla leğene usulca batırmaca,

Akciğer zarından iç pilavlı et dolma yapmaca,

Boncuklar kuş yapmaca ve dikiz aynasına asmaca,

Mahallenin abisinin ağzında sallanan sigarasıyla arsada top sektirmesi,

Aşağıya sallanan bakkal sepetlerinin hiç silinmemesi,

Saplı süpürge ile silinen yerlerin iyi temizlenmeyeceği efsanesi,

"Salı sallanır"; O gün iş yapmayan ev hanımları ( Bilseler Salı günü Istanbul düştüğü için devam ettirilen eski bir Bizans adeti olduğunu?)

Su muhallebisi ( water pudding?)

Paşa çayı,

Kıtlama şeker,

Gömlek yakasına mendil sermece ( sıcak günlerde)

Çay bardağına kahve ( Oğul hocaya teşekkür!)

Kandil simidi / güllaç,

Zemheri zürafası,

Ramazandan önce ağız bağlamaca ( Hasan Yalçın'a teşekkür!).







Pobody is Perfect


Bu yazıyı sınıfın tahtasına Tolga'nın yazdığı ilk anı hatırlıyorum.  Ne olduğunu anlamamıştım. "Kimse mükemmel değildir" ile dalga geçen imla hatalı aynı cümlenin İngilizcesi, tahtada! Şimdi daha da iyi anlıyorum. O yaş için sosyal içerikli ve hafif olmayan bir espriydi.

Herkesin kendini mükemmel sandığı körler, sağırlar birbirini ağırlar diyarında yaşıyoruz, oysa!  Herkes, başkasında eleştirilecek bir şeye odaklanmış, kendi eksiğini görmeden durmadan düzeltmeye çalışıyor. Bırak dağınık kalsın! Kafaca dağınık anne, çocuğundan düzenli olmasını istiyor.  Vergi kaçıran baba, evde oğluna hak-hukuk dersi veriyor.  Gıybet eden, dedikodu yapan başbakan, tebasına doğru yolu gösteriyor. Şike yapan kulüp başkanı, federasyonu yargılıyor.  Yargılamaya ne kadar meraklıyız. Tevekkel kimse kendi "ayranım ekşidir" demezmiş. İyi ama bu takdirde de ilerleyemiyoruz. Kendimizi doğrultmak yerine, başkalarını düzeltmeye çalışmanın dayanılmaz cazibesi enerjimizi tüketiyor.  Sanki, ben söylemiştim, ben ona demiştim'in haklı çıkması için yaşıyoruz.  Ona ne olduğu önemli değil. Ben haklı çıktım. Sen haklı çıktın da ademoğlu zarar gördü.  Orası hiç önemli değil.

Bir çok eylemin zaman, zemin ve kişiye göre izafi olan sonuçlarında hak ve doğruluk aramak kime kalmış? Yapabileceğimiz en iyi şey kendi doğru bildiğimizi eyleme döküp örnek olmaktır.

Serin kalın!
 

Yol çağırdı


Bir yol göründü üzerime. Uzun zamandan beri beni çağırıyordu, zaten! Kontrollü yayınların, kontrolsüz etkileri vücuduma ve beynime bir virus gibi girip, çıkıyordu. Aynı konuları farklı kelimelerle nasıl daha dikkat çekici yaparız?  Bu büyüye kapıldığımı hisettim. Beynim bozulmuş.  Bağısak gibi. Ona bozulmuş diyebiliyoruz ya? Neden beynimize diyemeyelim? Beynimi iyice bir boşaltmalı, yol hikayeleri derlemeliyim, sadece...

Haydi uğurlar olsun!

28.05.2014
 
 
 

Beylik Bele Düşmüş


Ezilenin umuduyla geldi beyler,
Beylik lağv olmuştu oysa,
Öyle olmasa Köroğlu bırakır mıydı ya,
Hazrete Soma'da kavuşacağımız varmış,



Alnımızın teriyle geldi beyler,
Alınteri gökdeleni dikeceklermiş meğer,
Bilseydi olacağını böyle, Hz. Ömer,
Kalır mıydı beylerin gözlerinde fer!


Onca yılın horlanmışlığıyla geldi beyler,
Horlanmaya doymuştu güreba,
Ne diye caka satarsınız hala?Bunca hatim, bunca dua,
Yetmezmi ki sizin gibi arsıza,


Dört dörtlük fani dünya,
Anladık ki fakire bir rüya,
Olmazsa sen de var
git,
Biz nasılsa gittik o yana

Bu dörtlükleri yazan Kerim,
Az dur beyim, ben senin gibi değilim,
Elbet bir kapı açılacak,
Hakikatlar diyarında; ben kefilim !

Madende ölmek!


Soma da 2 gündür belkide dünya tarihinin en büyük can pazarı yaşanıyor.  Bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde ölü sayısı 282 idi.  Resmi rakamlara göre içeride hala 120 kişi olduğu söyleniyor.  Yangın ise hala söndürülemedi.  Hükümet kanalı ile söylenen ya da açıklanan hiç bir bilgiye güvenmediğim için, sürekli diğer kaynaklardan da araştırıyorum.  Ölü sayısı 400 ün üzerinde olacak maalesef, öyle tahmin ediyorum.  Son derece hınç dolu ve utanç içindeyim.  Bu kaza sonrası özellikle enerji bakanı ve başbakan'ın demeçleri karşısında kendimi zor tutuyorum.. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de yandaş medya; ülke tv, 24 gibi kanallardan yapılan yorumları duyunca kanım tepeme çıkıyor.  Nasıl itidal sağlayacağım bilemiyorum?  Hiç bu denli yoğun öfke hissetmemiştim.

Enerji bakanı mevtalar için, şu kadar işçi kardeşimizi ailerine teslim ettik gibi abuk sabuk cümleler kuruyor.  İnternette maden sahipleriyle çektirdiği fotoğrafları çıktı.  Şimdi de tabut sayısının resmi borazancı başı olmuş.  Saatte bir demeç veriyor.  Çalışma bakanını ise Allah'a havale ediyorum.  Radasyon tedavisi görüyormuş.  Şifasını bulsun.  Ne diyeyim?  Manisa milletvekili, meşhur Bülent Arınç'dan ses seda yok.  Aman zaten konuşmasın!

Ardından, başbakan'ın tokat ve müşavirinin tekme görüntüleri internete düştü. Yarabbim bu nasıl bir sınav? Kayıplara mı üzülelim? Bu acı olay karşısında hükümet diye görevlendirdiğimiz kiyafetsiz muhterislerin oynadığı orta oyununa mı? Hele şirketin 3 gün sonra yaptığı basın toplantısı? Bu insanlar mı para kazanıyor? İş sahibi de ? Biz evde olup, biteni seyrediyoruz?

Meydanı ne kadar kötülere ve eksiklere bırakmışız. Tüm ve iyiler evde otururken, bunlar zengin, güç sahibi ve adam sınıfına bilet almış.  Bu zamanları tarih Nazi Almanya'sı gibi karanlık çağlar diye anacak.

Metanet Ya Resülallah!!




  

İmamın Entarisi


Köylünün biri bir tanıdığı ile şehirde dolaşıyormuş. O sırada ezan okunmuş. Arkadaşı köylüye demiş ki:
- Gel şu camide namazımızı kılıverelim.
- Aman, hemşerim! Ben hiç camide namaz kılmadım, bunun usul ve erkanını bilmem.
- Zarar yok, sen imamın arkasında durursun. O ne yaparsa sen de aynen onun gibi yaparsın.
Köylü razı olmuş ve camie girmişler. Mevsim yaz olduğundan imam entari ile namaz kıldırıyormuş. Köylü de imamın tam arkasında yer almış. O esnada imamın iki kalçası arasına entarisinin gülünç bir vaziyette sıkıştığını gören köylü, entariyi çekip düzeltmek istemiş.
Fakat tam bu sırada imam rüküa varmak üzere gür sesle <Allahuekber> diyince köylü, bundan imamı öfkelendiğini zannederek :
- Affedersin hemşerim, diye entariyi, sıkıştığı yere alelacele tekrar tıkıvermiş!

(Mahmut Baler;Baldan Damlalar, sayfa 111)

Bu sefer


Umutsuz bir dağın tepesinde otururken kendi zihnindeki kelimelere haddinden fazla değer verirsin! Hepsinden bir anlam çıkartmaya çalışırsın.  Yetmezse, başkalarının sözlerindeki büyülü heceleri ararsın!  Bir "Hahh!" yani "evreka" özentisidir o aslında.  Aramak ile bulmak arasında o büyük uçurumu görmezden gelirsin.  İki ayrı dünyaları bir sanırsın.  Birdir bilirsin.  Öyle görmek istersin.  Kaybolmuşsundur çoktan aslında.  Bulmak telaşının içerisinde, aramak kaosunda kaybolmuşsundur.  Uzak, uzak bakarsın kendine.  Anılar seni daha da uzaklaştırmak için daima pusudadır.  Kocaman ellerini derin kuyulardan uzatarak bir sirene gibi seni kandırmaya çalışırlar.  Hatta çalışmazlar, sen meyillisindir zaten.  Çoktan o derin kuyulara el vermeden inmeyi öğrenmişsindir.  Kayıverir gidersin.  Uzun ve ince bir yoldasındır, halbuki.  Sense geniş, karanlık bir boşlukta kaybolmayı seçersin.  Teker, teker. 

Uzun bir gecede karabasandır göğsünde inip kalkan.  Beyninin durmak bilmeyen kıpırtıları,  rüyalarında türlü kılık ve karakterlerde sahnededir artık.  Unuttuğunu sandıkların en yakınındadır, şimdi.  Bilinçaltı dediğin, güpegündüz günlük hayatın olmuştur, baksana!  Aklın ve yaşadıkların senden zekatlarını istemektedirler.  Zamanı geldi.  Zehirlenmişsindir.  Zehir, bildiklerin ve korkularınla kol kola damarlarında akmaktadır.  Tek bir parçan kalmıştır, dirençli.  O toksik denizde tek bir adadır, o.  Pırıl, pırıl parıltısı seni aydınlığa taşıyacak mıdır? 

Uyanıklıkla ile uyku arasında gidip gelmektesindir şimdi.  İsimleri karıştırmaya başlamışsındır, çoktan.  O tünelin ucundaki ışık, eski bir masal ya da çocukluğunda ezberlediğin dua gibi silik ve sönük hafızanda dans etmektedir.  Sana bir yerden göz kırpar!  Omuzlarındaki ağırlık ile uyanıp dizlerindeki dermanı bulacak mısın?  Bu Sabah?  Deneyecek misin?  Bir kez daha düşmeyi göze alabilecek misin?  Daha iyi düşebilecek misin?  Bu sefer?



Şiirler


Gurbet Ovası

106 yaşında bir kadındı duyduğum,
Balkan'lardaki çığlıktı,kandı o!
Sarı; sigara sarısı bir bıyığın altından dökülüyordu anılar,
O diyarlara ait kanlı,acılı,tatsız anılar,
Kadınlar yalnız kalmıştı,
Tarlaları boştu,boşaltılmıştı.
Kalpleri buruktu,kaskatı acıyla dolmuştu,
Kapatılmış,kanatılmıştı.
Rağmen gözleri ışıldıyor ve ışığı görüyordun!
Ezgileri duyuyor,seslerini işitmiyordun.
Kocaman bir gurbet ovasıydı,acıyla dolmuştu bulutlar,
Bize uzak,kalbimize yakın bulutlar...

Kadıköyü 01.04.2014
 
Kaybedilen Kadın

Arayıp duruyoruz hani aşkı,
Bulduğumuzda kaybettiğimiz kadınları.
Kaybolduğumuz çocukluğumuzda,
Bulduğumuz hep o yalnız çocuk oluyor sonra.
Sonra bir şarkı çalıyor kulağımızda,
Umut oluyor yarın için,
Melodisini bilmediğimiz aynı şarkı
Dinledikçe tükeniyor umut.

Aralık 2006.

O Akşam

Tutamadım ellerini o akşam,
Nefesini hissetmiştim oysa tenimde,
Rüyalarımda gördüğüm gibiydi.
Sen bana yakındın, hem de çok yakın,
Uzak olmanı beklemiştim, oysa
Okşayamadım, koklayamadım saçlarını,
Dudaklarını öpemedim,
Doyamadım sana o akşam.

30.11.2006
 



Yerel Seçim Sonuçlarına İlişkin Kamuoyu açıklaması


Çok Değerli Okurlarımız,

Bir seçimi daha demokratik haklarımızın en kutsalını kullanmış olmanın kıvancıyla geride bıraktık.  Hayırlı, uğurlu olsun! 

Türkiye genelinde yaklaşık 53 Milyon seçmen oy vermek için davet edildi. Bunların %90 ( ki bu rakam çok yüksek bir katılım oranı) yaklaşık 195.000 sandıkda oy kullandı.  Başka bir deyişle, 47 milyon oy kullanıldı. 27 Milyon kadın seçmenin oy kullandığı seçimde bu kadar az sayıda kadın aday çıkması dikkat çekicidir. Bu tabloyu terse çevirdiğinizi gördüğümüz Hakkari, Diyarbakır, Aydın'li belediye başkanlarımızı tebrik ediyoruz.

Bu seçimlerde süpriz olmasına izin çıkmadı.  Beklemediğimden değil.  Elbette ben de herkes gibi bazı süprizler bekliyordum.  Ama olmadı ve STATÜKO kazandı.  Evet, seçmen konfor alanından çıkmak istemedi. Bu seçimlerin kazananı partiler değildir.  Daha ziyade seçmenin değişim istememesi veya daha doğru bir ifadeyle değişimi teklif eden adayların yeterince ikna edici olmamasıdır.

Çok küçük bir yüzde haricinde hiç bir büyük belediye el değiştirmedi.  Bunların istisnası Ankara ve Antalya ve Mersin'dir. Her ne kadar Ankara'da eski başkan, Antalya'da bir dönem önceki başkan seçilmiş görünse de; CHP ve AKP'nin oyları birbirine çok yakın çıktı. Bu yüzden bu sandıklarda statüko ile değişimin kıran kırana mücadele ettiğini söyleyebilirim. Mersin'de de mevcut MHP'li Tarsus belediye başkanı büyükşehire seçildi. Bülent Arınç'ın Manisa'sı da mevcuda sahip çıktı.  Hem köylü hem de işçi nüfusu bol Manisa yine MHP dedi.  İzmir, Eskişehir, Konya, Kayseri, Edirne, İstanbul, Samsun, Diyarbakır, Bursa, Sinop ve Trabzon seçmeni mevcut olan kalsın dedi. Eskişehir'li hocası Büyükerşen'e kıyamadı, Kayseri'li de ağası Özhaseki'yi muhafaza etti. Priştina'nın mirası Aziz başkan, yakın tarihin en icracı bakanı Binali Yıldırım karşı yerini korudu.  Kadıköy, Beşiktaş, Avcılar, Şişli, Bağcılar, Sultanbeyli, Esenler, Fatih, Beyoğlu kabuğunu kıramadı.

Bu tezimin en ilginç örneği Hatay'da yaşandı. AKP den belediye başkanı olan mevcut başkan aday gösterilmeyince CHP den aday oldu ve eski adalet bakanı rakibi Sadullah Ergin'e rağmen mevcut başkan seçimi kazandı.

İstanbul'un analizini biraz daha detaylı yapalım.  2009'dan beri İstanbul'lu bir çok yenilik ile tanıştı. Bunları önem sırasına gore Metrobüs, Kadıköy-Kartal metrosu, Marmaray ve 3.köprü olarak sayabiliriz. 3.havalimanı, Kanal İstanbul ise proje bazında olsa da yurttaşlar arasında konuşuldu. Gezi parkı ile başlayıp, 17 Aralık ayakkabı kutu operasyonları zirve yapan protesto olaylarında Kadir Topbaş diğer partidaşlarına nazaran pasif kaldı.  Recep Tayyip Erdoğan'ın taşırarak doldurduğu pozisyonların çok yakınında durmadı.  Sırrı abinin Gezi'deki filmatokrafik önderliği ve "çare" Sarıgül'ün son dakika başrolüne karşı yerini korudu.  Görünen o ki, İstanbul'da yeni eklenen ( 2009 seçimlerine gore) 700 bin seçmen de ki çoğunun 18 yaş civarı olması gerekiyor Kadir Topbaş'ın temsil ettiği değerlere oy verdi.

Yerel seçimlerde, ortaya çıkan bu durumun başbakan'ın rövanş çağıran tutumunun desteklendiği ya da "bizim millet koyundur" gibi elitist saptamaları da desteklemiyorum.  Değiştirmek istiyorsa; çok daha güçlü ve aynı derecede inandırıcı bir teklif ile gelmeli muhalefet. Çünkü artık çok büyük hatalar yapmıyor iktidardaki belediyeler. Yani, toplanmayan çöp, akmayan su,çukurlu yollar tarihe karıştı. Hele ki yerel seçimlerde buna adayın profili de eklenince değiştirmek isteyen için daha da karışık ve zor bir durum ortaya çıkıyor. Mardin'de Ahmet Türk'ü, Samsun'da Yusuf Ziya Yılmaz'ı, Osmaniye'de Kara'yı nasıl değiştireceksin?

Bu yerel seçimlerin genel seçimlere nasıl yansıyacağını ise bir sonraki bahse bırakacağım.

Esenlikler,

K.K.

  

Marsilya Vapuru ( Senaryo Denemesi)


1-      İÇ / SABAH – IZAK’IN ARJANTİNDEKİ EVİ

Pencereden sızan gün ışığı İZAK ın umursamaz bakışları arasında odadaki toz zerreciklerini parlatarak ahşap zemini aydınlamaktadır. IZAK toz zerreciklerinin dansını seyreder. Gözlerini pencereden dışarıya kaydırır. Güneş gözünü kamaştırır.

 

2-      DIŞ/ÖĞLEDEN SONRA- İZMİRDEKİ MAHALLE

İZAK ile SABETAY Arnavut kaldırımlı sokakta kaldırım taşının üstünde beş taş oynamaktadırlar. Birden üzerlerinde bir gölge belirir.

İZAK ın annesi ( Ladino)

Hadi çocuğum gidiyoruz.

İZAK gözlerini açıp annesine bakar. Annesi telaşlı ve ürkek, kolundan tutup kaldırır. Boyasız ayakkabısı taşları yola doğru savurur.

SABETAY

İZAK ı nereye götürüyorsunuz? Madam Meri?

MADAM MERİ

Yavrucuğum, hazırlanacağız. Yine oynarsınız.

SABETAY , İZAK ın arkasından bakakalır. İZAK, evine doğru ağlayarak annesinin kolunda gider.
 

3-      DIŞ/SABAH- IZAK IN EVİNİN ÖNÜ

Faytoncu, faytonun bagajına bavulları sırayla yüklemektedir. SABETAY faytoncuya sorar.

SABETAY

Amca, kimlere geldin?

FAYTONCU

Madam Meri leri limana götüreceğim. Marsilya vapuruna.

 

O sırada kapıda İZAK ın babası kucağında küçük kızı ile merdiven başında belirir. Usulca ve aşağıya bakarak merdivenden iner. Bebek ağlamaktadır. Bir hamle ile faytonun arka koltuğuna yerleşir. SABETAY evin giriş kapısına doğru bakar. Madam Meri başında şapkası, elinde eldivenleri, yüzünü mendili ile kapatmaktadır. Bir yandan da hıçkırmaktadır. Sonra, usulca, kapıyı kapatır. Başını kaldırır, evin çatışına bakar. IZAK kısa pantolonu, izci şapkası, kahverengi botları ile annesinin elinden tutmaktadır. SABETAY ı görür. Hızla ona doğru koşar, kucaklaşırlar. IZAK elindeki misketi SABETAY a verir.

 

IZAK

Bunu hiç kaybetme. Benim en sevdiğim misketim. Bir gün senden alacağım.

MADAM MERİ, SABETAY ın başını okşar. Çömelir ve kucaklar. IZAK ı usulca ayırıp faytona,  Babasının yardımı ile bindirir. Faytoncu bagaj bölmesinin kayışını, eliyle kontrol eder ve sıkıca bağlar. Hızlı bir adımla, atların arkasına geçer. Kamçısını kınından çıkarır, havada usulca şaklatıp, tiz bir deh der. Atlar başlarını sağa sola çevirir. Ön ayaklarını hafifçe kaldırıp, ilerler. Faytonun arkasından yem kovası sallanır. SABETAY var gücüyle koşmaya başlar. Ellerini faytonun döşemesinde birleştiren, IZAK çenesini dayayarak arkası dönük SABETAY a bakmaktadır. İlk sokağı dönerler. SABETAY ile göz göze gelirler. SABETAY ellerini öne doğru uzatarak nefes nefese koşar. Aniden, tökezleyip yere düşer. Düştüğü yerden kafasını kaldırıp faytona bakar. IZAK kalkıp, atlamak ister. Babası belinden tutar. İki arkadaşın elleri, fayton uzaklaştıkça gözden kaybolur. SABETAY ağlayarak, kanayan dizini tutar. Hemen yanı başındaki kaldırıma oturur. Kirli gözyaşları yanaklarından süzülmektedir. Elinin tersi ile gözyaşlarını siler. Sıkıca kapalı yumruğu IZAK ın misketini tutmaktadır.

 

İÇ- AKŞAM/SABETAY’IN EVİNİN SALONU

Loş salonda, yıpranmış kadife kolçaklı koltukların oturma yerleri tavanda asılı gül motifli avizenin cılız ışığında parlamaktadır. SABETAY ın babası koltukta oturmaktadır. Bacak, bacak üstünde bir bacağını sallar. Mutfaktan SABETAY ın annesinin belli belirsiz konuşmaları duyulur. Yemeği tabaklara koymaktadır. SABETAY holdeki kilimin üzerinde gazoz kapağından tekerlekleri olan zebranın çektiği at arabasıyla oynamaktadır.

ÖMER BEY ( SABETAY IN BABASI)

Gördün mü? Hanım, bu Hitler belası ciddi, vallahi. Baksana kaç senelik komşumuz, burası da işgal olur diye gitti.

VECİHE HANIM ( SABETAY ANNESİ) elinde tabaklar mutfaktan yemek masasına doğru yürür. Bir yandan da “ Allah göstermesin “ der.

ÖMER BEY

Olur mu? canım. Ciddi bu iş. Baksana Marsilya’ya gidiyorlarmış. Oradan da kim bilir nereye? Avrupa’da da barınamazlar artık. Belki de Güney Amerika’ya gidecekler.

SABETAY kulak kesilir. Neler olduğunu anlamaya çalışır. Kafasını sağa sola sallar. IZAK ın misketi cebindedir. Çıkarır bir kez daha bakar. Misketi öper ve tekrar cebine koyar.

BÖLÜM …

İÇ –ÖĞLEDEN SONRA / İZAK IN ARJANTİNDEKİ EVİ

IZAK, sandalyede başını hafifçe öne eğer, gözlüklerini çıkarır, sol elinin baş ve işaret parmağıyla v harfi şeklinde yapar ve gözlerini ovuşturur. Tekrar gözlüklerini takar, sandalyeden hızla doğrulur. Televizyonu açar. Haber kanalını bulmak için birkaç kanal değiştirir. Bulunca durur. Sesini açar. Devlet başkanı konuğunu şaşalı bir salonda ağırlamaktadır. El sıkışırlarken, konuk başkanın maiyetini gösterir kameralar. Bu kişilerin arasında birden çok tanıdık bir yüz görür, IZAK. Yerinde duramaz, başını uzatıp, TV ekranın içine girer gibi hamle yapar. Protokoldeki, bu belli, belirsiz adamın sureti ekranda kaybolur. Başka bir haber girer. IZAK yavaşça, TV nin önündeki divana oturur. Başını iki elinin arasına koyar. Bakışlarını zemine kaydırır. Sevinçle tekrar tv ye bakar. Kanalda reklamlar yayınlanmaktadır.  Telaşla telefon rehberini aramak için masaya hamle yapar.  Sayfaları karıştırır.  TC konsolosluğunun telefonu bulur.  Numarayı çevirir.  Karşıdaki ses İspanyolca cevap verir.
 

KONSOLOSLUK SANTRALI ( ISPANYOLCA)

Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğu, buyrun.

IZAK

Merhaba, ben IZAK Bahar. Bugün yurt dışından gelen bir heyetimiz oldu mu acaba? İçinde SABETAY isimli bir zat var mı, acaba ?

 
     ….
 

IZAK ile SABETAY telefonda buluşmak üzere sözleşirler.
 

SON BÖLÜM

İÇ –GÜNDÜZ / IZAK ıIN YATAK ODASI

 

IZAK evde yalnız başına telaşla hazırlanmaktadır.  Aynanın karşısında kravatını bağlar.  Gömleğinin pantolonunun içerisine sokar.  Kemerini takar. En son ceketini giyer, gardropdaki aynaya bakar, odadan çıkar.  Koridoru geçer,  holdeki portmantonun önünde durur.  Ayakkabılarını çıkartır.  Elleri titremektedir.  Ayakkabılarını giyer. Paltosu ve fötr şapkasını alır, paltoyu üzerine giyer, şapkası elindedir.  Daire kapısını kapatır.  Yüzü kapıya dönük loş apartman koridorunda kapıyı iki kez kilitler, döner asansörün düğmesine basar.  Asansör boşluğundan, ilerlemeye başlayan makara sesi “tarrk” diye duyulur.  Alnında birkaç damla ter belirir.  Midesini tutar, dizleri kırılır, nefes alması zorlaşır, şapka elinden düşer, merdiven başına yığılır, yumruğu sımsıkı, eli yavaşça gevşer, avucunun içinden bir misket yuvarlanır, merdivenin başından, basamaklarda zıplaya, zıplaya aşağı doğru gider.  IZAK ın başı merdiven başında, gözleri açık, ağzından bir bardak kan taş koridora yayılmaktadır.          

 

== S O N ==

Yazım tarihi : 04.12.2006

Cümle alemin yaşında bir şehr-i cihan-ı irem(*)


Çok yaşlıyım.  Sizin hesabınıza göre 10.000 yaşından fazla olmalıyım.  Asırları bir yaş gibi saysanız bile yaşlıyım.  100 asırdır, üzerimde insanlar yaşıyor.  Şimdiki soyadım, İstanbul, daha önce Konstantinople, Konstantiniye, Nova Roma, Byzantion idi.   En zor zamanlarımı yaşıyorum.  Üzerimde aç, sefil binlerce insan var. Haris, hırsız, vicdansız insanlara yurt oldum! Heyhat!

Nefes alamıyorum. Ciğerlerimi, başka topraklardan gelen taşlarla doldurunuz.  Kurudum.  Derelerim, ırmaklarım nerdeyse hiç kalmadı.  Bana sadece, hiç bir yolcunun kurutamadığı Boğaziçi kaldı.  Onun da içini fosil yakıt, atık ve çöple doldurdunuz.  Hayvanlarımı öldürdünüz, soyları tükettiniz. Kimilerini kaçırdınız.  Sadece, bir kaçı bununla baş edebildi.  Onlar da sizin, şekerli artıklarınızı tüketmeyi öğrendiler.  Artık, bazı martılar çiğ balık yemeyi unuttular.  Neyse ki karabataklarım soylu çıktılar.  Asil kanlı kuşlar.  Ne sizin vapurlardan attığınız artıklara uçtular, ne de çöplüklerinize.  Balıklarını tükettiğiniz halde aramaya devam ettiler.  Devam da ediyorlar.  Istakozlar kıyıya elli metre açıkta yuva yapardı.  Şimdi, bira kutuları, naylon poşetlere karışmış sürükleniyor sularımda! 

Sizin yaşınızla ölçülmeyecek ağaçlarımı kesiyor yerine beton döküyorsunuz.  Kendinizden olmadığını varsaydığınız ölmüşlerin mezarları üzerine bina dikiyorsunuz! Farkında değil misiniz kanınız renginden!  Siz nereden geldiniz? Nereye gideceksiniz? Bilmiyor musunuz ki, ben hancıyım siz yolcu!

İşte, o vakit geldi, gelecek güle güle YOLCU!





     (*) irem: cennet gibi dünya şehri

İki ayağımın üzerinde dikilirken 9. Bölüm

../8.Bölüm

Doğrusu dinlerken gururla karışık bir şaşkınlık içerisindeydim.  Ne söyleyeceğimi bilmeden can kulağıyla Erdem Bey’i dinliyordum. Sözlerini bitirince bir an duraksadım.  Ben böyle bir şeyi istiyor muydum?  Parayı nasıl bulacaktım?

-          Erdem Bey diye söze başladım.  Böyle düşündüğünüz için size içten teşekkür ederim.  Bu benim için de önemli bir fırsat. Size bir cevap vermek için ne kadar zamanım var?

-          Vallahi, bu ay sonuna kadar yurt dışıyla sözleşme masasına oturmak istiyoruz.

-          Anladım.  Tekrar teşekkür ederim, size Cuma’ya kadar cevap vereceğim.

Bu kadar hevesli olacağımı ben de düşünmemiştim.  Kendi tercihlerim yerine karşıma çıkan bu fırsata bu kadar sarılacağım aklıma gelmemişti.  Bir yandan da bunun olumsuz bir durum olup olmayacağı konusunda git gel yaşamaya başladım.  Neden bu kadar hevesliydim. Sonuçta işimi severek yapıyordum.  Ancak, onun sahibi olmak gibi bir arzum hiçbir zaman olmamıştı.  Hatta iyi maaşlı bir çalışanın, iş sahibi sorumluluğu olmadan patrondan daha havalı olduğunu bile düşünüyordum.  Hala da öyle düşünüyorum.  Bu işin ortaya çıkışıyla oluşan kahramansı havaya kendimi kaptırdım, galiba.  Her şey birden bire oldu.  Erdem Bey’in ortaya atılması, şirketin kapatılmasına karşı tüm çalışanların birleşmesi, sanki bir gecekondu devrimi gibiydi.  Bu destansı kapitalist küçük oyun bahçesinde ben de ufak bir rol alacaktım.  Evet, evet almalıydım, mutlaka.  Belki benim seçimim değildi ama benim fırsatım olabilirdi.  Artık, kararlıydım.  O parayı bulacak, sevdiğim işin patronu olacaktım.  Ama, nasıl?  Parayı nasıl ve nereden bulacaktım?  İlk aklıma geleni yaptım ve annemi arayıp, yarın Bursa’ya geleceğimi söyledim.  Elbette konudan bahsetmedim.  Annemin etli pilavının hayali ile yola koyuldum.

../(devamı yarın )

İki ayağımın üzerinde dikilirken 8. Bölüm


../.
Ertesi gün şirkette devrimden çıkmış edalarıyla yürüyen ile dolmuştu sanki.  Siyah ve lacivert renkler ile boğucu olduğunu o an anladığım bir renk cümbüşüydü insanlar.  Kuzguncuk da roman adları gibi kafe işletenler gibiydi herkes.  Örgü kazak ve hırkalar.  Doğal taş küpe ve bilezikler,  saçlara takılmış nazar boncukları, ellerde kupalar ve içinde bitki çayları ile bir sanat galerisini andırıyordu sanki.   Masada ne yapacağımı bilmeden üzerindekileri karıştırırken Erdem Bey’in yardımcısı belirdi önümde birdenbire.  Benimle görüşmek istiyordu.  Şirketin Che Guevara’sı Erdem Bey.  Doğruca ve beraber ofisine gittik.  Nazikçe ve gülerek beni karşıladı ve yer gösterdi.  Ahmet Bey’i görememiştim ortalarda o gün.

-          Ozan Bey, sizin çalışmalarınızın samimiyetinin farkındayım.

-          Öyle mi? Bunu fark etmenize sevindim, doğrusu.

-          Evet, bu şirket için iyi bir şeyler ürettiğiniz aşikar.

-          Size, bu yeni dönemde güveniyoruz ve ihtiyacımız var.

-          Üstelik, size yanımızda çalışma arkadaşından ziyade, ihtiyacımız var.  Yeni bir ortaklık yapısı üzerinde çalışıyoruz.  Kolektif ve güçlü bir organizasyon ile sermaye yapısını hedefledik.

-          Bu anlamda en az 10 ortaklı ve eşit pay sahipliği hedefliyoruz.  Bu manada 50.000 TL ile yeni ortaklık yapısının içerisinde size %10 ortaklık teklif ediyoruz.  Yurt dışı ile görüşmeler başladı.  Tahminim o ki, bu şirket 500.000 TL ‘ye bizim olacak.

 
(../ devamı yarın)

Paramparça Düşerim


Bölük, pörçük paramparça düşlerim,
Savruluyor kalemimde.
Pahasına geçiyor günlerim,
Her yol hüzne ve kaybolmuşluğa çıkıyor.
Kendim gibi aklımda gidip geliyor,
Sallanıyorum, devrileceğim diyorum,
Bir tutunacak dal buluyorum.

Aklıma, bir kızın hikayesi geliyor,
Bozcaada'da bir berberin kızı.
Esmer saçlı, beyaz tenli.
Vapura bindiriyorum onu,
İskeleden son anda ben de atlıyorum.
Seyretmeye doyamıyorum,
Rüzgar, deniz, ada ve kara.
Kız kayboluyor, benliğimde.
Oysa, yüzlercesi var içimde.

İki parmak üzerindeyim yeryüzünün.
Çocuklarım aklıma geliyor her gün,
Canımın pahası çocuklarım,
Bir, iki günlük zevke kapılıp gidiyorum.
Çekiniyorum,
Duruyorum, hayatın kıyısındayım.
Sanki hayat paramparça;

Düşerim.

Zihniyet Yanlış; Nerede Olursa Olsun Değişmeli!


Bu sayfayı siyasi rüzgar içerebilecek yorumlarımdan uzak tutmaya çalıştım.  Daha edebi olmasını arzu ediyorum.  Hala da öyle.  Bir şey değişmiş değil.  Ancak, insanın yaşadığı şartlar onunda prensip ve niyetlerini belirliyor, şekillendiriyor.  Fevkalade günlerden geçiyoruz.  Çok fevkalade zamanlardan da geçtik.  Bu seferkinin farkı ; düzelmiştik derken, eskinin arazlarının çıkmasıdır  Bu yüzden, bugünkü yazımı daha siyasi sayılabilecek bir zemin üzerinden yapmak istedim.  Müsaade ederseniz.

Zihniyet değişmedi esasında.  Muktedir zihniyeti kastediyorum.  Bu zihniyeti tarihe gömmediğimiz sürece de karşımıza farklı tezahürlerde çıkmaya devam edecek.  İcrada olduğu sürece de kabul edilen, uygun görülen bir matah zannedilecek, bu yüzden def-i bela etmek gerek.


İlk mecliste Atatürk'e muhalif olan Trabzon mebusu Ali Şükrü'nün Ankara'da öldürülmesinden başlatacağım bu süreci.  Hem bildiğim kadarıyla hem de daha fazla tarihi detaylar ile ana fikirden saptırmak istemediğimden ötürü.  Maktul Ali Şükrü Bey, hilafetin kaldırılması ve komünist partili Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının öldürülmesiyle ilgili mecliste Mustafa Kemal'e muhalifti.  Onun ortadan kaldırılmasını düşünen bu zihniyetin dedeleri onu Atatürk'ün koruma şefi Topal Osman'ın evinde boğarak öldürdüler.  İstiklal mahkemelerinde de suçlu, suçsuz savunmaları alınan, alınmayan onlarcasının boynuna yağlı ilmekleri geçiren de bu zihniyetti.  Genç cumhuriyetin 2 bakanını ve başbakanını düzmece  mahkemelerdeki yargılama müsveddesi neticesinde idam eden ve baş sayfadan gazetelere basan da aynı zihniyetti.  Benzer zihniyet farklı yorumlansa da, 5-6 Eylül 1955 olaylarında, kendi vatandaşlarının mallarını yağmalayacak ve yağma malların üzerinde bayrağımızı sallandırarak o bayrağı lekeleyecekti. 


Diyarbakır başta olmak üzere, sıkıyönetim ve darbe süresinde cezaevlerini işkence hanelere dönüştüren, oğlu yaşındaki gençlerin cinsel organlarına elektrik veren de bu zihniyetin mahsülüydü.  Maraş ve Çorum'da aynı suyu içtiği komşusunun katleden ve göz yuman da.  Zaten, 13 sene sonra Sivas'ta 33 cana mal olan insaniyetin cenazesinde ortaya çıkıverdiler.  Teroristlerin çıplak ölülerinin fotoğraflarıyla poz verdiler.  Yandaşları da  bu fotoğrafları sosyal medyada kedi, köpek resmi gibi ağızlarından salyalar aka aka paylaştılar.  Tuzla tren istasyonunda hafta sonu eve gitmeyi bekleyen öğrencilere bomba koydular.  Yolcu otobüsü taradılar, kahvehane bastılar.  Mum söndü dediler, komünist dediler, faşist dediler, vatan haini dediler, devlet ve din düşmanı dediler, abdest Alana tarikatçı dediler, Atatürk'ün evini yakmışlar dediler,kısa etek giyene orospu dediler.

İyiler bunlara engel olamadılar.  Milli takım kalesini koruyan sporcuya taş attılar, forvetine çakı fırlattılar.  Kadıköy'de benzincinin önünde polis aracını ateşe vediler.  Taksim'de İngilizi bıçakladırlar.  Dolmabahçe'de genç delikanlıyı.  Trabzon'da, Malatya'da rahibi öldürdüler, Şişli'de yazarı.  Katili ile fotoğraf çektirdiler.  12 yaşında bebeyi anasının gözü önünde babasıyla birlikte sırtına 9 kurşun sıkarak öldürdüler, ayağında terliği vardı.  Manisa'da çocuklara işkence ettiler.  Gazeteciyi göz altında öldürdüler.  Travestileri hortumla dövüp, ahlak bekçisi kesilenler, gece sır olunca rütbesini kullanıp günah işlediler.  Çocuklara tecavüz ettiler.  Barış elçisi beyazlar içinde Pippa Bacca'yı da kirletip, çamurlu Gebze yollarında katleden de bu zihniyetin alkışçısıydı.


Bu zihniyet hangi meslek grubu, siyasi parti mensubu ya da dinden olursa olsun tutum ve davranışları benzerdir.  Teşbihte hata olmaz derler; Myanmmar'da günahsız Müslüman'lara eziyet edenlerin Buda dine mensup olduklarına inanası gelmiyor insanın ama gerçek. 

Eskinin arızalarının nüks ettiği bu günlerde bu zihniyet yine başrolde.  Uludere'de 33 vatandaşını öldürürken başrolde.  Parkta çadır kuran vatandaşına sabaha karşı baskın yapıp çadır yakarken başrolde.  Gaz fişeği kapsülü ile yurttaş avlarken başrolde.  Zulümden kaçanlara sahip çıkanları cadı avı hedefi yaparken başrolde.  14 yaşındaki çocuğun cenazesine saygısızlık yaparken, ona terorist derken, ona sahip çıkanlara ilaçlı su sıkarken başrolde.  Vatandaşından bunlar diye bahsederken, kutsal diye bildiklerimizin adlarını ağzında kirletirken başrolde.  Bağırırken, iterken, coplarken, silah doğrulturken, dozerle yıkarken, rüşvet isterken, verirken başrolde.  Şimdi, daha tap taze bir canın daha ;Burakcan'ın katilleri de bu zihniyetin evlatları.  O kavganın içine evlatlarımızı sokanlar da.

Seyircisi de biziz.  Bu filmi seyreden de, parasını verip bilet alan da.  Alkışlayan da biziz.  Artık, bu film vizyondan kalkmalı.  Bir zamanların çaresizlikten filizlenen yeşilçam seks filmleri furyası gibi tarihe gömülmeli ve izleri kalmamalı. Yenileri ödül almalı, alkışlatmalı.

Bu korkak, hoşgörüsüz, bilgisiz, meraksız, vicdansız, bencil, karanlık, içten pazarlıklı, köhne, yobaz zihniyet ile her zemin ve zamanda mücadele edilmeli. 

Dar ve küçük mensubiyetlere hapsolmuşlarla mücadele etmenin faydası yok.  Topyekun ve ilkesel mücadele edilmeli. Bu zihniyet değişmeli, gitmeli.  Aydınlık, anaç, içten,vicdanlı, meraklı, hoşgörülü ve sivil bir muktedir zihniyet okullara, yurtlara, meclislere, haberlere, filmlere, spor müsabakalarına, camilere, sokaklara, denizlere, kurda kuşa Hak için gelmeli.  Getirmeliyiz.  Mutlaka.

Sevgi ve hürmetlerimle,

K.

       


       
     

Gelinlik Esnaf Tasvirleri


İnsanı kelimeler ile tasvir etmek zor ama yine de bu sayfada deneyeceğim.  Bakalım ekrandaki kelimeler sizlerin zihinlerinde hangi resimleri çizecek.  Bugün, esnaf gelinlerden bahsetmek istiyorum.  Bu hanım kızlarımıza dikkat kesilin, her yerde diğerlerinden ayırmak biraz zahmetlidir. 

Kısıtlı imkanlar sunan kalabalık bir aileden gelmişlerdir.  Ablalarının eskileri giymiş, misafire terlik çıkartmışlardır.  Banyo günleri olmuş, babalarına kahve yapmışlardır.  Okulda, kopya çekmiş ama hiç yakalanmamışlardır.  Çok güzel değildirler.  Ancak, etrafında güzel kız arkadaşları olmuştur.  Giyinmeyi, kuşanmayı etraflarında bu konuda takdir toplayan büyük abla ve teyzelerinden öğrenmişler.  Daha da fazlasını ise magazin sayfalarında okuduklarından tamamlamışlardır.  Spor yapmamışlardır.  Kiloları normal ya da normalin altındadır.  Sonuçta sevdikleri değil, uzun vadede yüksek verim elde edeceği çocukla da evlenmişlerdir.

Bugünkü yazıya konu olmaları ise işte yukarıda bahsi geçen; babadan esnaf bir aileye gelin gitmeleri ile başlar.  Onları gittiğiniz bir restoranda görürsünüz.  Şimdi, oraya ait olmayan bir kıyafet ve tavırla ortalıkta dolaşmaktadırlar.  Düğün için yapılmış gibi hafif kalın kıvrımlı saçları ve makyajı ile gece güneşi gibi parlamaktadırlar.  Çoğunlukla kasaya yapışıp, gözlerini para ve adisyondan ayırmazlar.  Görevlerini en iyi yapmak olarak algıladıkları bu davranış ile caka satarlar.  Personel üzerinde hiç bir otoriteleri olmamasına rağmen, en kıdemli personele sürekli soru ve emir kipi dolu cümleler sarf ederler.  Dikkate alınmadıkları halde bu davranışlarından vazgeçmezler.  Müşteri onlar için bu atanmışlık yoluyla oturulan koltukta birer teferruat ve tahtları arasında bir engeldir.  Kendilerini eğitmeyi başarmış, az bir çoğunluk ise masa masa dolaşır.  Formalite icabı bir kaç soruyu kuaför dedikodusuna karıştırarak, bu konuya girmeye cesaret edemeyen erkeklerin mütebessim bakışları arasında gözden kaybolur. 

Büfe ve gazete bayilerindeki küçük esnaf sınıfında olanların hali daha başkadır.  Resmi evrak gerektiren işlemleri tapu dairesi işlemi gibi görür.  İşte, gazete dağıtan çocuk da gelmiştir.   Ustalıkla saydığı geçen günkü gazetelerden bir adet eksik yapılan iade işleminin hesabını soracaktır.  Bu anı zihninde çok oynatmıştır.  Ne kadar dikkatli ve işin üzerinde olduğunu ona gösterecek, üstelik eşi ve kayınpederi gözünde bir basamak daha yükselecektir.  Ancak, konu bilgi ve beceri gerektiren bir açmaz halini aldığında kime sesleneceğini çok iyi bilir.


Kuru temizleme dükkanlarındakiler ise eşsizdir.  Renkli çerçeveli gözlüklerinin ardından size değil getirdiğiniz kirli ve pislik yuvasına elbisenize odaklanırlar.  Amaçları en kısa sürede lekeyi bulup, avuçlarının içine alarak sizin gözünüze sokmaktır.

" Yalnız, söyleyim, bu leke çıkmaz!"

en çok sevdikleri karşılama cümlesidir.  Ücretini işlem başlamadan talep etmeleri de ön şartlardır.  Sizde daha dükkandan çıkmadan, o, elbiseleri raylı askılara takmak için arkasını dönmüştür.  Size de kafa sallayarak eve dönme vakti gelmiştir.

Tanıdık geldi mi?  Sizlerin örnekleri neler?

Sevgiler,

K.     

İki ayağımın üzerinde dikilirken - 7.bölüm

../.
-          Tamam kardeşim, tamam. Görürsün bak! Benim dediğim çıkacak, ben de sana bir şey demeyeceğim.

Toplantı salonunda, çoğu kişi ayakta ve üçerli beşerli gruplar halinde kümelenmiş bekleşiyorlardı.  Ellerini göğsünde kavuşturmuş, kaşlarını havaya kaldırarak birbirlerini selamlayan bir sürü şakın ve suskun personel.  Nihayet Genel Müdür, Ahmet Bey içeri geldi.  Ne hızlı, ne de yavaştı yürüyüşü.  Her zamankinden farklı değildi esasında.  Tavırlarından, personelin üzerindeki endişenin o an Ahmet Bey’e geçtiğini hissettim.  Odaya girdiği gibi değildi. Rahat görünmeye çalışıyordu ama gerginleşmişti.  Bu kadar insanın yüzüne bakarak söyleyecekleri onu endişelendirmeye başlamıştı.  Odasında hazırlandığı gibi bir konuşma olmayacaktı.  Beden dili bunu söylüyordu.  İlk kelimeleri çok uzak bir tünelde yankılanan teneke gürültüleri gibi kulağımdan dolaştı.  Sonra uğultuya dönüştü.  Ama bir cümle, beynimde patladı ve ezanın hoparlörü gibi deldi, geçti

-          “Yurt dışından alınan kararla, şirketi kapatıyoruz.”

Doğru duymuştum, değil mi? Şirket kapanıyordu.  Şaşkınlık ve suskunluk endişeli bir telaşa yerini bırakmış, insanlar aralarında konuşmaya başlamıştı.  Ahmet Bey’de konuşmasını kesmiş, yeniden konuşabilecek şekilde dikkatlerin toplanmasını bekliyordu. Tam o sırada, ortalardan bir ses yükseldi.

-          Ama biz kapatmıyoruz.  Evet, kapattırmıyoruz!

Bu satış müdürü Erdem Bey’in sesiydi.  10 yıldır şirketteydi.  Müşterileri ve işin nasıl yürüdüğünü çok iyi biliyordu.  Şirket içerisinde saygınlığını vardı.  Sadece mali işler müdürü Aslan Bey ile anlaşamadığı biliniyordu. 

-          Evet, biz de kapattırmıyoruz

Diyen sesler birden çoğaldı.  Farklı kişilerden de destek haykırışları gelmeye başlamıştı.  Toplantı salonu bir miting havasına bürünmüş, alkışlayanlar, yaşa diye bağıranlar ve ıslık sesleri ile Ahmet Bey aniden miting alanında bir figürana dönüşmüştü.  Şakın ve ama memnun bir şekilde olan biteni seyrediyordu.  Yanına hızlı adımlarla Erdem Bey geldi. 

-          Ahmet Bey, sizin iyi niyetiniz ile yurt dışından gelen bu talebi en uygun bir şekilde burada icra etmek istediğinizi biliyorum.  Bu safhada şirket çalışanlarına adil davranacağınızdan da şüphem yok.  Ancak, bu işletmenin müşterileri ile birlikte yarattığı ticaret hacmini başkalarına kaptıracak ve arkadaşlarımın emeklerini heba edecek değilim.  Gerekirse satın almak da dâhil her türlü seçenekle yurt dışının karşısındayız.  Bu konuda sizin bize yardımcı olacağınızı ümit ederim.

Bir anlık endişe ve duraksamadan sonra, bu kadar geniş ve kuvvetli bir çıkışı beklemeyen Ahmet  Bey ağzından yavaş yavaş da olsa, kendisinin işin içinde olmayacağı da anlaşılsa

-          Elbette, olacağım
Sözleri çıktı.

../devamı yarın


Gidesi Gibi


Tuhaf bir dinginliğin ortasında adam akıllı baş belasıyım, kendime.  Sorular soruyorum, cevaplarını bildiğim.  Cevaplar arıyorum, sorularını bilmediğim.  Bildik bir yalnızlıklar aleminde dolaşıyorum.  Tek başıma.  Koluna girdiklerim, yolun aşağısından birer, birer evlerine dağılıyorlar.

Yine, o son dönemeçte, eve kıvrılan o tanıdık ama karanlık yolu yalnız yürüyeceğim.  Korkunun ecele faydası yok elbette.  Ama, gidilecek işte o yol.  Kaldırılacak baş yere bakarken, gözler gülecek, için yanacak. 

 Nefesler tutulacak.  Beklenecek, kulak kabartılacak ve hamle edilecek, gidesi gibi.  Gitmek, ilerlemek ister gibi.  Sonra, ayak ucunda beklenecek.  Bir ayak geride, diğeri önde ama parmak ucundan yere basacak.  Etraf kolaçan edilecek.  Tedirgin hava içe çekilecek.  Bahane bulunacak.  Vazgeçilecek, geri dönülecek, kapı örtülecek, hayat devam edecek. 

Gidesi gibiyim ama oturuyorum, oturduğum yerde.

Önceki Yazılar