Bodrum Müzesinin Bekçisi Muhsin

Bodrum Müzesinin Bekçisi Muhsin

Akşam altıda kapanıyordu müze.  Ama içerdekilerin çıkması bazen saat yediyi buluyordu. Müzenin gece bekçisiydi Muhsin.  Öyle bildiğiniz bir müze değildi onunkisi.  Bodrum müzesi. Bodrum müzesi Bodrum kalesindedir.  Esasında Bodrum kalesinin geceleri kalebendiydi Muhsin.
Çankırı’nın köyündendi Muhsin’in ailesi.  Ortayı Çankırı’da okumuş.  Askerden geldikten sonrada hemşerisi milletvekili sayesinde Devlet memurluğuna girmişti.  İlk önce ilin kültür müdürlüğünde arşiv memuru olarak çalışmış sonrasında hemşire olan karısının Bodrum Devlet hastanesine tayiniyle kendini Bodrum müzesinde bulmuştu.
Her akşamki kontrolüne başlamalıydı.  İlk önce en tepeye çıkar oradan aşağıya doğru inerdi.  Akşamüstü Bodrum’a en yüksekten bakan Muhsin olurdu.  Bodrum’u da kolaçan ederdi böylece.  Sahildeki tekneleri sayar.  Sabaha karşı hangilerinin hala orada olduğuna bakardı.  Sabahleyin demir almış tekneler ile ilgili hikayeler uydururdu kafasından.  Bu akşam o iki direkli ahşap tekne hala orda mıydı? diye merak etti.  Bir evvelsi gece sabaha kadar müzik çalıp, teknenin üzerinde parti yapmışlar gece yarısı da denize girmişlerdi.  En çok da gece yarısı denize girmeleri özendirdi, onu.  Hem gündüze özgü olan bir şeyi zamansız yapma arzusu hem de yüzmek.  Bodrum kalesinin bekçisi yüzme bilmiyordu, çünkü.  Mavi beyaz derinliğe bakıp her gün ufka kadar gidiyordu ama o maviliğin bedenin de nasıl bir his uyandırdığını bilmiyordu?  Ama ölesiye merak ediyordu.
Bu düşüncelerden birden bir sesle ayıldı.  Birisi yardım çağırıyor sandı.  Merdivenleri koşarak indi, sesin geldiği yöne doğru koştu.  Kimseyi göremeyince başını sağa, sola öne arkaya çevirdi.  Kimse yoktu.  Tekrar kulak kesildi.  Çalılıkların arasında bir hışırtı duyuldu.  Acaba birisi yere mi düşmüştü, diye düşündü bir an.  İçi ürperdi sadece sesi duyuyor bir şey göremiyordu.  Kısa Akdeniz çalılarından arasından usulca bir beyaz tavus kuşu belirdi.  İlk önce afalladı, Muhsin.  Sonra kendine geldi.  Kalenin iki tavus kuşundan dişi olanıydı bu.  Adını Esma koymuştu.  Esmanın tanıdık sureti kendine getirdi, Muhsin’i.  Yem saatleri gelmiş olmalı diye düşündü saatine baktı.  Henüz yemlenme saatleri için erkendi.
İndiği merdivenleri tekrar çıktı İngiliz Kulesine yöneldi.  İngiliz kulesini kontrol etmeyi seviyordu.  Oraya girince kalenin eski sahipleri ile beraber olduğunu düşünüyordu.  Zırhlar, aslan başları, koca geyik boynuzlar.  Zamanın kale komutanları Saint jean şövalyelerinin arma ve bayraklarının asılı olduğu ortasında uzun tahta masa ve iki sıranın olduğu loş ve derin kuytu bir yerdi burası.  Ezberlediği arma ve flamaların hangi yıllara ait olduğunu tekrar okuyor sonra hangi bayrak kime ait kendini sınıyordu.  Osmanlının kaleyi aldığı tarihi ilk önce ezberlemiş ve hiç unutmamıştı. 1524. Atalarına olan saygısı burada kabarıyordu.  Kulenin girişişindeki namazgaha sırtını vermiş kavuklu mezar taşlarının yanından geçerken destur çekiyor, çoğu zamanda mezarları burada olmamasına rağmen ruhlarına Fatiha okuyordu. Sonra ortaçağ kokulu kuleye giriyor Levent, şövalye ve korsanların beraber olduğu bu gizemli kulede görev sorumluluğu ile dünyevi işine dönüyordu.
Kulenin bir kot farkı kadar olan aşağı bölümünde sonradan yapılma küçük bir taştan şelale ve önünde havuz olan alana indi.  Havuzun ortasında sünger avcılarını temsil eden fiberglastan yapılma bir dalgıç heykeli vardı. Vidalı başlığı çıkmış, metal ayakkabıların üzerinde dikilen Hitler bıyıklı, balıkçı bereli esmer bir süngercinin heykeliydi bu.  Muhsin, onu görmeyi seviyordu.  Bakışlarındaki mahzunluk ve yorgunluk yüzünün aydınlığını gizleyemiyordu.  Çoğu sünger avcısının olduğu gibi yüzme bilmediğini düşünüyordu onun da. Ancak o hayran olduğu maviliklerin en derinlerine inebiliyor, başkalarının güverteden bastığı havayı soluyor, ait olduğu dünyaya bir kordon ile geri dönebiliyordu.
Heykelin baş kısmında yırtık olduğunu fark etti birden.  Ziyaretçilerden birilerinin attıkları ile cansız sünger avcısı heykelinin kulağı kopmuş, boyaları dökülmüştü.  Havuzdaki taşları topladı, kopmuş parçayı aradı ancak bulamadı.  Havuzu aydınlatan ve gece sünger avcısına hayat veren ışıkları açtı.  Spotlar yüzünü aydınlatmıştı heykelin.  Suratında ki insan eliyle yapılmış sempatik ifade kaybolmamıştı.  Kopuk kulağı ile olsa da orada olmasından mutluydu, Muhsin.
Ambara, zindana, amforalarını olduğu yarı açık avluya ve cam eserlerin olduğu karanlık odaya, her yere baktı.  Kimse yoktu, kimse kimseyi unutmamıştı ve bir eşyasını da bırakmamıştı.
Bodrum akşamdan geceye yüz tutuyor, gece şehri teslim alan müzik  farklı yerlerden temposunu artırıyordu.  Saint Jean şövalyelerinin kalesinde, iki bin yıllık amforalarının içinde Hande Yener’in şarkısı ritim tutuyordu.
Bu gece de siyah mavi ufuklara bakacak, saatini kuracak ve tekneleri sayacaktı.  Yine sabah olacak, ziyaretçiler gelecek, annelerinin elinden kurtulan çocuklar kale burçlarına çıkarken yakalanacak, unutulan kadın çantası polise teslim edilecek, vergi iadeleri alınacak, Fenerbahçe şampiyon olacaktı.   
Bu olacakların içinden bir gece olmayacak bir şey oldu.  Halikarnas tarafına bakan kayalıklara biri çıkmıştı.  Dikkatsiz gözle bakanların göremeyeceği sessizlikte yüzmüş,usulca kayalar da belirivermişti.  Civardaki teknelerden atlamış olabileceğini düşündü birden Muhsin.  Ancak, fazla yerinden kımıldamıyor, gecenin karanlığında sadece iri gözlerinin beyazlığı görülüyordu.  Birden suya daldı ve siyah mavi sularda kayboldu.  Göründüğü gibi sularda yok olan gizemli misafir her gece aynı saatlerde aynı yere geliyor ve sonrada sularda kayboluyordu.  Muhsin her gece onu ilk gördüğü yerde bekliyor geceleri bu dakikalık buluşmadan Bodrum’dan ve şövalyelerden habersiz buluşmaktan tarif edilemeyen bir haz alıyordu.
Bir gece onu yakından görmek için kalenin sadece kendisinin ve müze müdürünün bildiği eski mahkumlardan kalma zindandan kayalıklara çıkan tüneli kullanmaya karar verdi.  Gece iyice karanlık olunca zindanın kapısını açtı.  Aşağının karanlık dipsizliğine inen merdivenlerden hızla indi.  Zindanın tabanındaki demir kapıyı kaldırıp aşağıya indi.  Işıksız bu odada el feneriyle iki taşı usulca yerinden oynattı.  Omuzlarını ancak tünele sokabildi.  Beş dakikalık bir sürünmenin sonunda kilitli demir parmaklığa ulaşmıştı.  Cebinden anahtarı çıkardı.Kilidi açtı, etrafına baktı.  Kaleyi çevreleyen kayalıklara çıkmıştı.  Büyük bir kayanın dibine çömeldi.  Buradan denizi görebiliyor, kayalara vuran dalgaların suları üzerinde tuzlu lekeler bırakıyordu.  Beklemeye başladı.  Nerdeyse zaman gelmişti.  Kalenin gece misafirinin eli kulağındaydı.  O iri gözlerin hasreti yüreğinde titriyor, görevinden uzaklaşmış olmak vicdanını sızlatıyordu.  O gece kayalıklara kimse gelmedi.  Muhsin’in heyecanlı bekleyişi Bodrum denizinin koyuluğunda hayal kırıklığı olmuştu.  Ertesi gecelerde de görünmedi misafir.  Geldiği gibi gitmişti. Kayalıklara, denize, kuleye sünger avcısı heykeline her şeye küsmüştü Muhsin.  Gece artık kayalıklara bakmıyor.  Tekneleri saymıyor, çoğu zaman Esma’ya yem vermeyi unutuyordu. 
Bir sabah müzeden dönerken balıkçı kahvesinde heyecanlı bir koşuşturmaya tanık oldu.  Caminin yanındaki balıkçılar sahile yeni yanaşan teknenin etrafında toplanmışlardı.  Balıkçıların arasından tekneye doğru ilerledi Muhsin.  Balıkçı teknesi ağlarını toplamış.  Tekne direğinin bumbasından(*) ağlar ağır bir yük ile güverteye doğru sarkmıştı. Yanaşan teknedeki balıkçılar usulca mantilyayı(**)saldılar.  Teknenin kıç tarafına yığılıverdi yük.  Muhsin’in gözüne ilk çarpan dermansız bir çift iri göz oldu.  Başında derin bir yara vardı ve açıktı.  Bu bir Akdeniz fokuydu.  Bodrum’da pek rastlanmazdı.  Ya av takip ederken yolunu şaşırmıştı ya da civar adalardan gelmişti.
Balıkçılar dönüş yolunda iri bir balık sürüsünü radarda fark etmişler.  Kesat geçen bir avın ardından rastgele diye Kaleağzı açıklarında attıklara ağa takılmıştı.  Balıkçılar yaranın dümen yelpazesinden olabileceğini söylüyorlardı.  Teknelere yakın yüzmüş ya da birileri su üstünde belirince özellikle üstüne süratle tekneyi sürmüştü.
Muhsin bu Akdeniz fokunun kale kayalıkların gece ki misafiri olduğunu orada anladı. Fok tüm Bodrum ilgilerinin dikkatli bakımlarına rağmen yaşatılamadı. Yarası derindi ve çok yorgun düşmüştü.
Bu sefer sünger avcısın heykeline atılan taşlar değildi Muhsin’in yüreğini sızlatan. Havuzdan toplayamayacaktı onları. Sünger avcısının sempatik ifadesi hala duruyordu ancak fok karada ölmüştü.
Muhsin, kale restorasyonunda uğraşanlardan rica etti. Ona bir Akdeniz foku heykeli yaptılar. O heykeli hep beraber Muhsin’in onu ilk gördüğü yere koydular. Şimdi o kayalıklarda bir fok heykeli durur, adı Muhsin…

(*)Bumba :Teknede ana direğe bağlı halatlar ile kumanda edilen ağaç veya metal direk.

(**) Mantilya: Bumbayı aşağı yukarı hareket ettirmeye yarayan halat.

Fedakar Kadın

Ben her şeye çarpsam ama bana hiçbir şey çarpmasa. Ya da çarpsa ama zarar vermese?  Ben zarar verdiklerimden kibarca özür dilesem? Sonra da kabaca uzayıp gitsem?! İnternet kültürünün ilişkilerdeki tezahürü; dikkatimi bir saniyede çekersin, sıkılırsam beş saniyede giderim.

İnternetten haberi olmayan bir sürü insan var. Onlar bir anlık gençlik hatasının ceremesini kim bilir kaç ömürdür ödüyorlar? Fedakar eş ve anne kisvesi altında… Toplumumuz bu amansız kırıklığa kendi içinde aman verecek ne güzel bir deva bulmuş? Kadının fedakarı…Güzel olman gerekmez, akıllı olmadan da , hatta başarılı olmana da gerek yok. Eğer kendinden başkası için kendini feda ediyorsan en makbul kadın sen olursun. Toplumun nezrinde elbette. Gece uyumazsın belki ancak herkes seni takdir eder. Acıma, merhamet, saygı, özenti karışık bir duygudur sana karşı beslenen. İyidir yani..Kokana değilsin, orospu değilsin, pasaklı değilsin, hafif meşrep değilsin, müsrif değilsin.

Fedakarsın.

27.10.2005

Bafra

İhsan'nındır, Bafra Benim Değildir! Övünenlerin Hiç değildir!


Ben Bafra'lı değilim ama Ankara'nın gidip geldiğim tanıdık ötesinde bir köşedir Bafra benim için. Yanlış tanınıyor aslında Türkiye'de Bafra'lıların umrumda değil bu durum. Anlıyorum da onları. Bafra'lı kendini anlatmak ihtiyacı hissetmez çünkü. Yıllardır kendi pidesini anlatma ihtiyacı hissetmediği gibi. Samsun'un en büyük ilçesi olmasına rağmen hiç önüne geçmeye uğraşmamıştır, zira. Ailem oralı değildir, ama yakındır bana. Hikayesi de yakındır. Dedemin yazıhanesi kadar yakındır. Müflis sülalemin ilçesidir Bafra. Mafioso özentisi Istanbul haraçzadelerin ilçesi değildir, katiyen. Kıymetli Mersin balığı hayvarının yuvasıdır. Kolan balığıdır, Morina orada. Malakanlar'ın kimsenin hatırlamadığı ispirto içip balığa çıktığı yerdir orası. Hasan Altunkaya barajı ve adıdır Bafra. Kızılırmak deltasıdır. Evet, silahı eşittir adına. Teksas'dır belki Çarşamba kadar olmasa da. Kendi içindedir mesela. Bafiros'dur mutlaka. Balkaymak dondurmasıdır, Mado kadar olmasa da:-) Gadaş'dır Bafra. Arkaya yağlı kırbaçtır. At arabasına takılan veletler için. Yukka tatlısıdır, Laz böreği orada. Sen nabar la yiyenimdir? Dayıdır, amca orada. Buba la buba'dır: baba. Benim bilmediğim bilemediğim,duyamadığım onlarca kalpten sesleniştir Bafra. Babasının imam olup da ayyaş diye bldiğin feylezofu Neyzen Tevfik'tir Bafra. Bir yol yarısıdır. Sinop'tan Diyojen ile Terme'deki Amazon'un orta yoludur. Sokaklarındaki amazonlarını, kahvelerdeki Diyojenleri görünce şaşırmadığın yerdir. Yanlış tanıdığın yerdir Bafra. Stadyumda adam öldüren simitçinin kahvede ayıplandığı tahmin ettiğim yerdir. Voleybol maçında beldeki silahların direğinin dibine, tişörtlerin içine sarılarak istfilendiği sokak sporudur, Bafra. Babamın seçim gezilerinin Antalya'sıdır. Sabrın sınandığı yerdir. Salih'in heyecandan babamla amcamı takdim tehir karıştırmasıdır. İki bira, bir biradır. Yılanın kurbağa yutarken babamın dur dediği çalılıktır. Ramazanda gri perdeden içeri girip köfte yediğimiz İmren lokantısıdır. Yengelerin aradıklarında bulduğu şehir kulübüdür. Tabağın altına çaktırmadan her gelenin sıkıştırdığı önceden verilmiş hesaptır. Nereden geldiğini bilmeden tereyağını kokladığımız yerdir. Ne bileyim iki katlı evdir, Ankara'da olmayan. Funda'dır, kulaksız Adnan'dır, turşuyu getiren Fatma'dır. Kerimcan'ın ilk, sonrasında Doğukan ile Tan'ın pidesidir. Hatta, Tan, Aydın Kitaplı ile benim favorimdir: açık kıymalı yumurtalı pide. Zamanında Rum yetimhanesinin bulunduğu ilçedir. Kıp Kızılırmak deltasıdır. Temel Kefeli ile komşu Orhan Kitaplı'nın batış hikayesidir. Gazi mahallesidir. İhsan ve Salih'tir:
Bafra.


Sandıkçı Sükrü


Oldum olası "Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz" şarkısını severdim. Sinop cezaevinde Sabahattin Ali'nin hücresini ziyaret edince hikayesini de öğrendim. Hikayesini de sevdim. İşte  hikayesi:

(Gökhan Taşkıran'dan alıntıdır)

Karadeniz halkının, adaletsizlik ve haksızlıklara karşı tavrı geçmişten günümüze hep sert olmuştur. İnsanımız, yapısı gereği hep ezilenin yanında olmuş, zulmedene karşı da gücü yettiğince mücadele etmiştir.

Rizeli Eşkıya Sandıkçı Şükrü’nün hikâyesi de bunlardan biridir. Bu hikâye aynı zamanda, edebiyatımızın en büyük ustalarından Sabahattin Ali’nin, Sinop Cezaevi’nde yatarken yazdığı şiirlerinden biri olan "Eşkıya Dünyaya" adlı şiirine ilham kaynağı olmuştur.

HALDOZ’DA BAŞLAYAN EŞKIYALIK


Sandıkçı Şükrü’nün hikâyesi Haldoz’da başlamıştır. Haldoz, Rize’nin şimdiki adı Portakallık olan mahallesidir. Bir düğünde kardeşinin bıçakla karnından yaralanması üzerine kendisine haber verilen Sandıkçı Şükrü, olay yerine giderek kardeşini kanlar içinde bulur ve kardeşini yaralayan Abdi Ağa’nın uşağını (bir anlatıma göre Abdi Ağa’yı) orada vurur. Bu olay üzerine hapishaneye düşen Sandıkçı Şükrü bir süre sonra bazı arkadaşlarıyla birlikte hapishaneden kaçar ve dağa çıkar.

Sandıkçı Şükrü, dağa çıktıktan sonra, yönetimle işbirliği yaparak kendisini hileyle zehirlemek isteyen biriyle karısı Fadime’yi elinden almak isteyen başka birini daha öldürür. Bu olaydan sonra Sandıkçı Şükrü'nün adı daha da yaygınlaşır.

YOKSULLARA MISIR DAĞITTIRIYOR

Sandıkçı Şükrü’nün fakirlere bir şey yapmaması, zenginlerle mücadele etmesi yüzünden halk tarafından da sevilmekte ve desteklenmektedir. Bu ve benzeri erdemleri yüzünden kendisine yardım edenler çoğalır.

Sandıkçı Şükrü’nün türküde adı geçen Perilizade adında zengin birine haberler göndererek, yoksullara mısır dağıtmasını istediği, aksi takdirde kendisini cezalandıracağı tehdidinde bulunduğu söylenir. Nitekim isteğini yerine getirmeyen Perilizade’nin mısırlarını adamlarına toplattırdığı ve yoksullara dağıttırdığı yaşlılar tarafından anlatılır. Rize’nin Camiönü (Arkotil) mahallesinden Hüseyin Kutlu adında Sandıkçı Şükrü dönemine yetişmiş bir yaşlı, "Çevrede başı belaya giren Sandıkçı’nın yanına geliyordu. Sandıkçı gelenleri hem koruyor, hem yardım ediyordu" demiştir. Sandıkçı Şükrü, kardeşiyle birlikte, türküde adı geçen Urusba (şimdiki adı Uzunkaya) köyünde eski bir kahvede otururken, zaptiyeler çevresini sararlar. Zaptiye Çavuşu Abbas Çavuş, Sandıkçı'nın teslim olmasını ister. Ancak Sandıkçı bunu kabul etmez ve Abbas Çavuş'a çekip gitmelerini söyler. Zaptiye Çavuşu da bunu kabul etmeyince çatışma çıkar. Sandıkçı ve kardeşi, Zaptiye Çavuşu ile birkaç zaptiyeyi öldürerek kaçar.

Sandıkçı Şükrü’nün bu olaydan sonra bir ara yakalanıp zincire vurularak batıya gönderildiği fakat kapatıldığı yerden atlayıp Rizeli sandalcılar tarafından kurtarıldığı anlatılır. Sandıkçı Şükrü’nün Sinop Kalesi'nde tutukluyken denize atladığı ve kurtulduğu anlaşılmıştır.

KURTARDIĞI VARİLCİOĞLU ONU ARKADAN VURUYOR

Sandıkçı Şükrü’nün yakalanmaması ve geçen zaman içinde daha çok halk desteği sağlaması üzerine Trabzon Valisi Kadir Paşa önemli sayıda adam toplayarak Sandıkçı’nın üzerine gönderir. Sandıkçı’nın üzerine gönderilen süvariler, kolcu kayıklarının Reisi Varilcioğlu Sadık’ı da yanlarına alırlar. Sandıkçı Şükrü, Of ilçesinin İkizdere köyü yakınlarındaki Sanlı adlı bir mezrada, yaşlı bir kadının evinde otururken ihbar edilir. Çevresi atlılarca sarılır. Varilcioğlu da yanlarındadır. Sandıkçı Şükrü teslim olmak istemez. Fakat eskiden tanıştığı Varilcioğlu Sadık, teslim olursa öldürülmeyeceğini söyleyerek onu ikna eder. Sandıkçı da buna inanarak tüfeği elinde teslim olur. Fakat Varilcioğlu ile zaptiyeler, teslim olmuş önlerinde yürümekte olan Sandıkçı Şükrü'yü arkadan kurşunlayarak öldürürler. 

Türkülerden, gövdesinin şehre getirilerek halka gösterildiği anlaşılmaktadır. Sandıkçı Şükrü’yü doğrudan gören ve tanıyan Refii Cevat Ulunay, ondan "Yaptıklarına pişman olmuş, fakat affedilmeyeceğini bildiği için teslim olmayan mert bir insan" olarak söz etmiştir.

"ŞÜKRİ DEDUKLERİ BİR MERT EŞKİYA"

1843-1909 yılları arasında yaşamış Rizeli Kâhya Salih’in de Sandıkçı Şükrü’yle ilgili bir destanı bulunmaktadır. Karadeniz şivesiyle yazılan destanda "Şükri dedikleri bir merd eşkıya"nın "Devlet hükümatina" kurşun attığı için öldürüldüğü anlatılmaktadır.

Sabahattin Ali’nin, Sinop Cezaevi’nde yatarken yazdığı ve Edip Akbayram, Zülfü Livaneli, Selda Bağcan gibi birçok değerli sanatçının yorumladığı "Eşkıya Dünyaya Hükümdar olmaz" türküsünün sözleri ise şöyledir:

Sene 1341 nefsime uydum
Sebep oldu şeytan bir cana kıydım
Katil defterine adımı koydum
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz

Sen üzülme anam dertlerim çoktur
Çektiğin çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz

Çok zamandır çektim kahrı zindanı
Bize de mesken oldu Sinop’un hanı
Firar etmeyilen buldum âmânı
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz

Sinop kalesinden uçtum denize
Tam üç gün üç gece göründü Rize
Karşıki dağlardan gel oldu bize
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz

Bir yanımı sardı müfreze kolu
Bir yanımı sardı Varilcioğlu
Beş yüz atlı ile kestiler yolu
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz

"VELA YOKUŞUNDA SİPERE YATTIM"


Sandıkçı Şükrü öldürülünce, Rize’deki Şeyh Camii’nin yanına gömüldüğü fakat daha sonra kız kardeşi tarafından mezar yerinin değiştirildiği rivayet edilmektedir. Mezar yeri hala tam olarak bilinmemektedir.

Aradan geçen yıllar boyunca Rizeliler Sandıkçı Şükrü’yü hiç unutmadı, adı hep yaşatıldı. Yöre halkı çocuklarını, Sandıkçı Şükrü’nün hikâyeleriyle büyüttü. Adına nice türküler yazıldı. Bu türkülerden biri de şöyledir:

Vela yokuşunda sipere yattım
Ordan hükümete çok kurşun attım
Arpayı buğdayı halka dağıttım
Puştluklan vuruldum ona yanarım

Vela’dan yürüdüm karakış ayı
Havası çok yağar döker borayı
Hükümet arkamdan izim arayı
Bir saat bir yere kayıdım olmaz

Bir ihtiyar nineye misafir oldum
Nine yaktı ateşi etti rağbeti
Kızdırdım gövdemi buldum rahatı
Sıcak çorba oldu şeker şerbeti

İyi vatandaş ya da iyi yandaş


Bizim Almancıların  hayatta kalma becerilerini hep hayranlıkla izlemişimdir. Her iki ülkede de 3.kuşağa kadar giden bir başarı öyküsüdür, Almancılarımız. Çoğu da bir türlü bağını  koparmamıştır, eşekler gibi çalıştığı Hans'ın ülkesinden. İyi bir yurttaşlık sergilemişlerdir, gurbet ellerde. Üstelik gurbetçilerin çok farklı kültürlerden geldikleri düşünülürse daha da önemlidir bu başarı hikayesi. Hatta o kadar başarılı olmuşlardır ki, 2.vatanlarındaki diğer yurttaşlar bu başarıyı kıskanmış ve sınav çıtası yukarı çekilmek zorunda kalınmıştır. Yeni çıkarılan dil kursu mecrubiyeti ve sınavları bunun bir örneğidir.

Almanya'da iyi yurttaşlık yaptıktan sonra devletin senden başka bir beklentisi yoktur aslında. Kendi inancını yaşayabilir ( Avrupa'daki en büyük müslüman nüfusu orada) siyasi görüşünü paylaşabilir, cinsel tercihin doğrultusunda hayatını tanzim edebilir, ve istediğin gibi kazanabilirsin. Yeter ki kırımızı ışıkta geçme. Koyulan kurallara uy ve uymayanı uyar. Türkiye'de ise bu yurttaşlık ilişkisi yandaşlık ilişkisine çarptırılmıştır. Dönüştürülmüştür adeta. Türkiye'de iyi yurttaş olmana gerek yoktur. Kırmızı ışıkta geçebilir, vergi kaçırabilir ve kaçak işçi çalıştırabilirsin. Yeter ki bayrağını sev, edepli giyin ve asi olma.

Üstelik devlet adına yurttaş da öldürebilirsin. Ya da seyirci kalabilirsin. Yeter ki öldürdüklerin bayrağını sevmeyen, edepli olmayan ve asi olanlardan olsun. Bu şizofrenik durum haliyle yurttaşı yandaşdan daha aşağı bir seviyeye taşımış ve yandaşlığı özendirmiştir. İyi bir yurttaş olup eğitim almak, çok çalışmak yerine yandaş olup belediyeye girmek daha önemli olmuştur. Yandaş olup çıkar çetelerinin üleştiği artık değere paydaş olmak özenilir hale gelmiştir. Hazine arazisini "Real estate development" adı altında deruhte etmek daha kolaylaştırılmıştır.

 Aynı topraklarda doğan, aynı kanı taşıyan insanlardan bir devlet yurttaşlar, bir başka devlet ise yandaşlar inşa etmiştir. Yurttaşları yandaşlara dönüştürmenin ülkelerin başına neler getirdiğini ise dehşetle seyretmektedir, tüm dünya!


Borcun Var

Borcun Var


İnsanın kendine bir borcu var.  Yaşamış olmanın bu saate kadar ayakta kalmanın, sağlıklı olmanın bir borcu var.  Baba olmanın da, çocuklarının olmasının da!. Sevgili olmanın , koca olmanın hepsinin.  Peki neden olduğumuz gibi değil de olmamız gerektiği gibinin sanal algılaması arasına sıkıştık? Olduğumuz halden hiçbir insan oğlu memnun değil.  Hatta nasıl ve nerede olduğumuzu bile anlamıyoruz.  Tanımlamaya uğraşmıyoruz.  Hepimiz sahip olamadıklarımıza odaklanmışız.  Fakir zenginin parasına, zengin fakirin umursamazlığına…  Yaşlı gencin diriliğine, genç yaşlının olgunluğuna . Bu durumda yaş kemale erince, gençken olmak için umursadıkların  yer değiştiriyor.  Hiçbir zaman kendi avucuna bakmıyorsun.  Olduğun için kendine olan borcunu ödemiyorsun.  Üstelik, olmadığın veya hiç olamayacakların faturasını ödemeye isteklisin.

Su kolayına akıyor, aşağıya bakmaya meyilliyiz. Bu yüzden sahip olduğumuz onlarca insani vasfın ve varlığın ve yokluğun hatırına şükürler olsun. Şükürler olsun. Binlerce defa şükürler olsun...

Ağız tadı ve sağlıkla


Sabah uyandın, eline ayağına baktın, hareket ettirdin. Uykunu almış ol ya da olma! Doğruldun, gerindin. Esnedin. Parmaklarını çıtırdattın. Mutfağa gittin. Masada bir yarım ekmek, bir bardak su. Bulaşık var ya yok, mühim değil. Evin aydınlık ya da karanlık önemli değil. Ağrın, sızın yok. Hastanede değilsin. Ağzının tadı var. Yalnızsın, ya da kalabalığın içindesin, önemli değil.

Elini yüzüne götürdün, parmaklarınla tüm çıkıntı ve yuvalarını doldurdun, gezdirdin elini suratında gözlerin kapalı. Yavaş yavaş parmakların çenene doğru sarktı. Gözlerini açtın. Baktın ki; değişen bir şey yok, varsın.

Ekmeğinden bir lokma aldın, suyundan bir yudum içtin. Bir lokma ekmek, bir yudum su kaç insanın hayali düşünmedin, İçtin. Afiyet olsun.

Bayram ya da seyran, hepsi aynı. Sokaklar boş, Telefon çalmıyor. Çöpçüye merhaba demedin. Ziyanı yok.

Havada bir kaç parça bulut, nereden geldiği belli olmayan bir serin rüzgar. Balkon toz oldu, boş ver.

Gelen bayram gidecek mi?
Varsılların haberi olacak mı?
Olanların varı,
Yoksullara varacak mı?

Ağız tadı ve sağlıkla, iyi bayramlar...






Portakalın atası ile Mustafa Amca

Portakalın atası ile Mustafa Amca

Portakal rengi sonradan turuncunun yeri aldı.Önceleri turuncu derdik.Turuncun renginden alıntı olarak.Sonradan turuncun aşılı ve terbiyeli tohumları portakal,mandalina oldu.Bize de içlerinden bu rengi laıkıyla taşıyacak birini seçmek kaldı.Hoşgeldin portakal.!
Bu bodrum minibüsleri için de böyle oldu.Artık bodrumun şehir içi minibüsleri portakal renkli.Ama civar beldelere gidenler mavi ve yeşil renklerde.Yeşil renkli bir minibüs getirdi bizi.Traşlı pos kır bıyıklı Bodrum şivesiz konuşan bir şoför ile.Memleketin iyi tarafıydı bu.danışma ücreti yoktu ve herkes çocuklu bir aileye yardım etmek için can atıyordu.Böyle çocuklu bir aile de Gölköy’e gitmek isterse, iş onların cesaretine kalmıştı.Hani nereye gidelim deniz için diye?
Minibüsün içinde başlamıştı esasında insan manzaraları.Önümüzde oturan yeşil gözlü nine sürekli güleç bakışlar atıyordu etrafa.Tuhaf, orada olmak için gelen herkesten beyazdı teni.orada olmak için olan herkesten daha kalın giyinmişti.Herkesten daha neşeliydi.Demek ki olmak için olmak ile sadece olmak arasında bir fark vardı.O doğallığın dinginliğini hissetmiştim ninenin yüzünde.
Arka tarafta sonradan Bodrumlu iki cemiyetle aralarında muhtemel sorunu olan abiler konuşuyordu.Balık yetiştiriciliği yapıyorlardı.Ama daha fazla soru soran hangi yemi hangi balık için kullanması konusunda pek emin değildi.Minibüste sohbet etmenin zor tarafı.Yan yana oturduğun adamla karşıya bakarak konuşmaktır.Bu zorluğun fazlasıyla farkında olan çok soru soran, yanındakine doğru dönmeye çalışıyor ama öteki istikbalini göklerde ararcasına önüne bakıyordu.zaten, o olayı çözmüş gibiydi.En azından edası öyleydi.
Bu edalar arasında minibüs doldu ve hareket etti.Hikayenin kahramanın aramızda olduğunun  farkında değildik, o zaman.Hiç sesi çıkmamıştı.belki de arkamızda kalmıştı.Neyse ki cesur İstanbullu aile olarak deniz için danıştığımız şoför Gül kaptan bize yol gösterdi.Türkbükü daha çok yemek içindir deniz için Gölköy daha uygun olur size diye.Bu uygunluğun ortasından çıktı işte Mustafa amca.Beraber indik minibüsten o zaman tanıştık.
-Bu arkadaşın deniz kenarında pansiyon-lokantası var.Bir bakın beğenmezseniz.Aynı sahilde daha bir çoklarını bulursunuz.
Dedi Gül kaptan.
Komisyon kaygısız bir ses tonu ve ifadesi vardı söylerken.İstanbulluyuz illa uyanık olma ve bir maddi çıkar bulmaya çalışmalıyız bunun altından.Bu gereksiz kasıntıyı yolun kenarında bırakıp yürümeye koyulduk Mustafa amca ile.
Bembeyaz dişleri sürekli yüzüne doğal bir gülümseme yapıştırıyor Mustafa Amca’nın.Bir kaç mandalina ve portakal bahçesinden sonra vardık Erol pansiyona.Soyadlarını alelacele koymuşlar belediye tescil için unvan isteyince.
Hafif kıpırtılı Gölköy koyundaki tertemiz deniz karşıladı bizi.Bir masada kır saçlı gözlüklü bir teyze obezite sınırlarındaki sevimli erkek torununu avutuyor.Annesi ise yetişkin ebeveyn tavırları ile çocuğa güneşe şimdi çıkamayacağı konusunda nasihat veriyor.O sırada bizim çocuklar apar topar deniz kıyısına iniyorlar ve bu işe iyice sıkılıyor yavrucak.Neyse ki sonradan kendi oyuncaklarını vermeye ikna edince kumsalın gölge kısmında beraber oynayacaklar.
Göltürkbükü hep zorlama gelmiştir bana.Kırkı yıllık Gölköy ile Türkbükü neden birden Göltürkbükü oldular diye?.Mustafa amca izah ediyor.
Belediye seçimlerinden bakmışlar ki her bir köyde nufüs 2 binin altında.Böyle olunca da hiç biri belediye olamayacak.Onun üzerine muhtarlar anlaşmış belediye seçimlerine ikisi girmiş.Türkbükü’nün muhtarı kazanmış ve yeni belediye başkanı olmuş.
Sonradan sordum.Peki böyle daha mı iyi oldu diye?
Ne bileyim diyor.Biraz daha dirlik nizam geldi ama.Şimdi de zor be yahu.
-Kendi arsamızda inşaat yapacağız.Dört bir tarafa birer adam boyu çukur kazdırıyorlar ilk önce.Sonra bakıyorlar tarihi kalıntı var mı ?diye:eğer kendileri anlayamazsa Ankara’dan birileri geliyor.Sit alanıymış ya burası.ondan.
-Mustafa amca diyorum.Eskiden ne iş görürdünüz?
-Buranın hepsi rençberdi diyor.yanı çiftçi.Etrafa bakıyorum.Öyle sürülecek toprak da yok.Kıyıdan hemen sonra dağlık, taşlık.
Sonra, diyor buralar para etmeye başlayınca.Herkes sattı.Ama hazıra dağ dayanmaz elbette.
Mustafa Amca’nın kemankeş olduğunu öğreniyorum.Evet,Mustafa Amca keman çalarmış.Abisinden öğrenmiş keman çalmayı öyle kendi kendilerine.Dört yıl önce vefat etmiş abiyi.Mutlaka etkilenmiş olmalısın birinden diyorum Mustafa Amca!Hatırlamıyor.Nasıl olur bundan elli sene önce Cevat Şakir hala sağken ve Bodrum’da yaşarken, Çetin Altan’ın piyano çalan köylü benzetmesine ramak kalmış.
Orkestranın adı Erol’lar mış.Bilmem duymuş musun dedi.Önceleri kibarlık olsun diye çıkarmadım diyecektim.Sonra benim hatırladığım orkestra adları aklımdan geçiverdi.Beyaz Kelebekler,İstanbul Gelişim, ama Erol’lar yok.Sonradan da duymadım dedim hem kibar oldu hem de dürüst.Üstelik askerde de bando bölüğündeymiş Mustafa Amca .Orada trompet çalmayı öğrenmiş.O öyle söyleyince yine benim aklıma trampet mi trompet diye geçiyor.Pal sokağının çocuklarının A5 boyutunda Milliyet yayınlarından çıkma kapağını hatırlıyorum.Kafası kasketli,kısa pantolonlu, trampet çalan bir alay çocuk.Hangisiydi bu yahu?Nefesli olan mı yoksa vurmalımı?Cehalet ve yarı cehalet arasında yüzerken, Mustafa amca kurtarıyor beni trompet “o” ile yazılan ve söylenen nefesli olanı.”a” ile yazılan ve söylenen vurmalı olanı olduğunu anlaşılıyor ve Mustafa Amca’nın trompet çaldığı da.
En zoru yari cahil ile baş etmektir,diyorum.Mustafa amca’ya.Öyle ya cahil olan cehaletini bilir ya susar yada sorar.Yani ne demek trompet diye?Bilen adam içinse sorun yok.Zaten o ne olduğunu gayet iyi biliyordur.Ama, yari cahil adama geldiğinde ne sormaya cesaret eder cahil damgası yememek için ne de bilenin öz güvenine sahiptir.Bu iki ara ve bir dere olan sığ coğrafi alanda debelenir, durur.
O sırada Mustafa Amca’nın oğlu geliyor Eh artık yemekten sonra bir kahve içilir diye. Halbuki ben çay söylemiştim ama gelmemişti.dert ettiğimden değil.Herhalde yakıştırmadı diye düşündüm benim gibi adamın yemekten sonra çay istemesine.Dolayısıyla kahveye teslim oluyorum.
Mustafa Amca’nın oğlu orkestranın solistiymiş.Ama sonraları istememiş okumak.Benimle sohbete balıktan girdi.Öylesine küçük bir teknesi varmış.Kafasını dağıtmak için gidiyormuş,şu karşı kıyıdaki buruna.Ne aklına gelirse varmış bu denizde.Levrek,barbun, palamut,turna.Hatta bir keresinde tanesi 250gr. Gelen bir barbun bile yakalamış ağ ile.
En son Selanik’te yemiştim öyle bir barbunu, ızgarada.Lokantanın aynı kent doğumlu olduğumuz şefinin tavsiyesiyle.
O sırada torun görünüyor kahveler ile.Oğlu Mustafa Amca’ya benzemiyor.Torunda benzemiyor.Acaba diyorum annelerine mi benziyorlar.Zira ikinci ve üçüncü kuşak daha zayıf ve uzun.Ancak,o nefis çiğ böreği ve gözlemeyi yapan anne ile de tanışıyorum.Onun edası da kurtarmıyor.İçimizde olan bu yavruları ebeveynlere benzetmek için titiz ve ciddi çalışma güdüsünü bir türlü tatmin edemiyorum.Sonradan da burası Ege diyorum.Hangi genin nereden geldiği belli olur mu?Birden mavi bir göz kırpar, onca esmer toprak yüzlü insanın içinden.
Yan masada genç kızlığın ilk ve verimli yıllarında olan esmer,kalıplı, simsiyah saçlı bir kız ile henüz statüsüne karar vermediği erkek arkadaşı oturuyor.Kızın ayakları çıplak ve iri.Başka yerde görsen Latin Amerikalı sanarsın.O kadar esmer.Ama Anadolu kadının kaba hatları var üzerinde.Sigarasından püfür püfür duman çıkartırken durmadan konuşuyor.Öyle yüksek sesle değil.Ama karşısındakini bastıracak kadar.Bir kaç her yöne gidebilecek söz ediyor çocuk.Hani ne olursa ben yine delikanlı kalayım diye.Sonra kumsala gittiler.Esmer kız yakınlaşmaya karar verdi herhalde.
Kumsalda yatmayı ve güneşlenmeyi beceremediğim için gölgede sarılmış sigara ve muhtelif sıcak içecek ile en iyi ve kolay yaptığım şeyi yapıyorum.Gözlemliyorum ve hikaye yazıyorum kafamda.Tabi karım da bozuluyor bu işe.Ancak sonradan böyle hikayeler çıkıyor işte.
Oğlanların tuvalete gitmesi gerek ama bu işi karımın yapması lazım.Çünkü erkekler için ayrılmış tuvalet Alaturka.Yani deliği tutturman onun için de usturuplu çömelmen lazım.Bu eğitim çocukluktan kalma ben de olduğu için sorun yok.Ama hayatlarında hiç alaturka tuvalete girmemiş biri üç biri de dört buçuk yaşında olan oğullarım için travmatik durum.Hoş kendiliğinden öğreniliyor.Bize de kimse öğretmedi ya!.Neyse, risk almamak için yine karımın kadınlar için ayrılmış Alafranga helada bu işi yaptırması daha uygun.
Mekanı daha sahiplenmiş gibi görünen teyze ile torun iyice sıkıldı artık.Üstelik İstanbul’dan gelmiş annede kumsaldaki avluda satmak için sergilediği üç beş giysi ile incik boncuğu etiketlemek ile meşgul.Güzel iş diye düşündüm içimden.Barkod yok.Liste yok.Stok yok.Etikete fiyatını yaz üzerine yapıştır.Yazar kasa da yok.Zaten sorun da yok.Denize bir metre kalınca işler daha kolaylaşıyor.
Öğleden sonra olmuştu.Rüzgar hızını artırdı.Oysa dün böyle değildi demişti, Mustafa Amca’nın oğlu.Artık günü gününe uymuyordu mevsimlerin.O uygunsuzlukta geldi.Eczacı bey’in ailesi.İki çocuğu hanımı ve annesi ile birlikte.Geçen sene de gelmişlerdi.Belki önceki seneler de.O hürmetle karşıladı Mustafa Amca eczacı beyi.Eczacı beyin yüzündeki gülümseme yandan alınarak kapatılmış başının açıklığını saklamıyordu yine de.Aynı annesi ile karısının aralarının iyi olmadığını saklayamadıkları gibi.Öyle gelin kaynana atışması yoktu aralarında .Ama bir soğukluk olduğu belliydi.O kadar saat hiç konuşmadılar.Belki gelininin ona göre fazla açık olmasını kaldıramıyordu kayın anne.Eczacının karısı siyah askılı bir mayonun üzerine jean pantolon giymişti.Ayağında spor ayakkabılar vardı.Anne başörtülüydü.Uzun bir gömlek ile etek giymiş ayağına özensiz bir terlik geçirmişti.Soyunma kabinine gitmeden hemen sahil pozisyonu alıverdiler ikisi de.Eczacı pantolonu ve ayakkabılarını çıkardı masada annesinin yanına koydu.Eczacının hanımı bir hamlede siyah mayolu hale gelmişti.İkisi de denizin ve güneşin tadını çıkarıyorlardı.Ancak, anne gölgede pasif durumdaydı.Üstelik kendisi çıkarmasa bile onların bu durumun tadını çıkarmalarından pek memnun görünmüyordu.Ama bir dengede yürüyordu işler.Çocuklar denize girdi.Güneşlenildi.Anneye çay söylendi ve yavaşça toparlanıp gidildi.
Çocukların uyku saati geçmiş,karım güneşten bunalmış ben de aynı yerde birden fazla saat durmak yasasını çiğnemiş olmaktan kaygılıydım.
Karımla yekunu konusunda bahse girip hesabı istemiştik.Mustafa Amca’ya  kırk YTL ödedik.Hesap gelince İstanbul’lu hesap yapan damarımız kabarmıştı.Fiyatların üzerinde en az şu kadar var diyerek Mustafa Amca ile vedalaştık.Aslında bütün bu yaşadıklarımız için bizim Mustafa Amca’ya telif ödememiz gerekirdi.Şimdi anlıyorum.O duygular içinde Mustafa Amca ile vedalaştığımız için pişmanlık duyuyorum.

Portakal rengi minibüslerin bizi taşıdığı o şirin mekanda kemankeş Mustafa Amca’ya gönülden selam ediyorum.  
(eskilerden bir hikaye)

Evlat Şiiri ile Birthday Poem

Evlat Şiiri

Doğacak Oğluma;

Oğlum, sen mi bize misafirsin?
Biz mi sana? Belli değil!
Kaderini sen seçtin.
Ancak, bizi seçtiğin için sağ ol,
Benim oğlum olacağın için sağol,
Doğmadın ama ben yaşlandım.
Elbet bir gün ben de gideceğim.
Senin geldiğin gibi,
Oğullar gelecek biz gideceğiz.
Sensiz dünyayı,
Dünyaya geldiğin an unutarak seni seveceğim,
Oğlum.

16 Şubat 2002 – Almanya
Baban, Kerim.


Bilmem


Ne olduğunu anlamadım, o sabah.
Bir tuhaf kibir ve yalnızlık kokusu burnumda uyandım.
Haklı çıkmıştım ve o gitmişti. Kalp kırmıştım, yine.
En iyi bildiğim şeyi neden olduğunu bilmediğim halde yapmıştım.
Yine!
Yalnızlar Rıhtımı

Korkarım sevilmekten


Korkarım sevilmekten, bana yükleyeceği yük için. İşte kaldıramamaktan korkarım o yükü. Sevememekten. İstediği gibi sevememekten korkarım. Onun için kaçarım kuytuya, Saklanırım sevgiden. Korkmak daha kolaydır sevmekten, çünkü. Sevmeyi beceremem, sevilmeye dayanamam. Kaçar giderim onlar kapıya dayanınca, Bir bahane bulurum,ne bileyim? Korkağım diyemem. Ben sevmeyi bilmiyorum, derim. Üstüme gelme! derim. Kokunu duyduktan sonra sensizliğe dayanamam diyemem ki! Saçını okşadıktan sonra sana el sallayamam, uzaklaşan otobüs camından bakamam. Allahaısmarladık diyemem, seni özlemeye katlanamam diye söz söyleyemem ki!

Sen varken, yokmuş gibi davranamam. Yemek yiyemem, dudaklarımı kavuşturamam. Seni merak etmiyormuş gibi yapamam ben. Adını unutamam, başka bir kadına sesleniveririm pat diye! Sokakta birinin arkasından koştururum, sana benzettim diye! Radyo açık kalır herhalde sabaha kadar. Sigara sesli spikerler karanlıklarda birer ikişer gezinirler,yatağımda. Gece uyuyamam. Sabah yanımda uyansan sana sarılamam, Yalnız kalksam sensizliğe dayanamam,diyemem ki! 

De ki, sevebilsem; omzumda uyuya kalacak mısın? Sabah,sen uyurken: ben usulca yataktan kalkacak mıyım? Gülecek misin? Beni görünce. Mesela uzun yoldan gelince, gülecek misin? Kapıyı açınca ya da sabah gözünü açınca? Beni ilk gördüğünde tekrar gözünü kapayacak mısın? Uyuyor numarası yapacak mısın? Islak ellerini bir önlüğe silerek bana koşacak mısın? Gözünü kapayacak mısın? seni öpünce? Gelecek misin? Peki her gidişinde? Söz verecek misin? Elimi sıkıca tutacak mısın? 

Deniz kenarında olsak. Denize girsek mesela, Burnunu iki parmağınla kapatarak dalmaya çalışacak mısın? Sonra birden bire çıkacak mısın,yüzeye? Sanki boğulacakmış gibi, ilk nefesini koca bir solukla alacak mısın? Akşam melteminde yürüyecek miyiz? sahil boyu.

Sabah kahvaltı hazırlayacak mıyız? Ne bileyim? sevdiklerimizi birbirimize sevdirmeye çalışacak mıyız? Ayrılacak mıyız? peki sonunda. Seni başkasının yanında görecek miyim? Ağlayacak mıyım? yatağımda.

İşte bu yüzden bilemedim. İşte tam bu yüzden: ben korkayım, sen sevil! Benim ki sevememezlik değil!!


Türkiye Yine Bir Tercih Yaptı Ben ise Babamı Andım


2003 genel seçimleri öncesiydi. Kararlıydım. Öncesinde politk faaliyetlerim artmıştı. Hatta babamı ikna edip yeniden siyasete soyundurduğumuz zamanlar bile olmuştu. Fakat bir hüsran ile üzerinden sular akmıştı. Buna mukabil ben istediğimi alamamış gibiydim. Ancak, umutluydum, heyecanlıydım, istekliydim. Bir partide de harıl harıl çalışıyordum. Ve sonra,milletvekili aday adayı oldum. Soluğu babamın yanında aldım. Baba dedim. Ben aday oldum. Hem de senin siyasi olarak çıkageldiğin tarafın tam karşısına. Bana hayat boyu unutmayacağım derslerinden biri olacak kelimeler ağzından dökülmeye başladı. Milletin sağ duyusuna inanır. Zaaflarını ve hassasiyetlerini iyi bilirdi.

- Oğlum memlekete hizmet etmenin partisi olmaz. Hayırlı olsun! Ancak, dikkat et bu yafta sana yapışır, kalır.

Gerçekten de öyle oldu. Istanbul 3.bölge17.sıradan girdiğim seçimlerde aynı sıradaki diğer parti adayı çıktı, ben çıkamadım. Bizim parti %1 bile oy alamadı. Çok uzun süre internette ismim arandığında ise parti ve milletvekiliği aday listesindeki halim çıka durmuştu.


Üzerinden 3 seçim geçti. Dünkü ile beraber. Bugüne baktığımızda; benim girdiğim seçimlerde 1.çıkan parti yine 1.çıktı. Fakat mecliste çoğunluğu kaybetti, iktidar elinden gitti, Parlamento da 4 parti her biri 80'in üzerinde milletvekili ile sağlam bir temsil tablosu çizildi.

Görünmez bir el her zor zamanda olduğu gibi istikamet gösterilen tarafa değil, Olasılıklar olan tarafa yönlendirdi. İlkeler üzerinden siyaset yapın denildi. Aman kalkınmayı da ihmal etmeyin. Kazanımları kaybetmeyin denildi. Hoyratlaşmayın, bir masada üleşmeyi öğrenin, kamplaşmayın öğüdü verildi. Ben yaptım olduyu yutmadık. Mağdur edilenleri unutmadık. Milletin size emanet ettiği kasasında açık hesaplar var. Bunları kapatın talimatı verildi. Kavga etmeyin, uzlaşın, aile içinde fırtınalı zamanlar olur. Kapayı kapatıp hessaplaşmanızı yapın. Ama mahalleye rezil olmayın denildi. Kimseyi evinden, ailesinden kopartmayın, dirliğinizden olmayın dendi.

Eğer, siyasi aktörler bunu geriye dönük bir bildirim yenine ileriye dönük bir fırsatlar kavşağı diye görürlerse Türkiye eskisinden daha güçlü bir yarınlara pupa yelken gider.

Vira bismillah, Türkiye...   

İki Bira İçimi Hayat


 Çiçek pasajının girişinde eskiden ayaküstü şimdilerde masaları olan bir birahane vardır. Sadece bira isteyebilirsiniz orada.  Mezesi, sohbeti size kalmış.  Karşıdaki kuru yemişçiden aldığınız çerezleri, garsonların verdikleri tabaklara koyar, isterseniz biranıza gocunmadan ve çekinmeden eşlik ettirebilirsiniz. Ancak bunu anlayabilmek için biraz gedikli becerisi gerekir. Hani müdavim olmanın ağır bir havası vardır müşteride. İlk önce çok istekli görünmeyeceksin. Sonra siparişi sen vermeyeceksin.Garson gelip;
-Bira getireyim mi? Abi dediğinde, usulca başını öne doğru eğeceksin. Olur , madem sen istedin anlamında.
İşte bu birahanenin müdavimleri de vardır. Gel geç müşterisi de.Kimin kim olduğu ile kimse ilgilenmez ama bir zaman sonra gelip geçeni seyretmekten sıkılırsın.Diz dize oturduğun komşularınla ister istemez bir iletişim başlar.Ya çerez ikram edilir ya da sigara.Ya da tüm cesaretini toplar, girersin  öyle langadanak söze.Ama komşunu rahatsız etmez.O sadece langadanak olmaya cesaret edemeyen pasif konuşmacı durumundadır.Yani aslında konuşmak istiyordur ama teklifin karşıdan gelmesini bekliyordur.Bir kere laf açıldı mı öyle hemen muhabbete dalmaz.Önce cılız bir kelime sarf eder.Yine senden bekler lafın açılmasını.İkinci repliği artık bir cümle halini almıştır.Bir kaç cümleden sonra ise paragraflar başlar işte o paragrafları topladığında her masadan bir hikaye çıkar.
Masaların birinde garsonların hoca diye seslendiği ürkek bakışlı ve seyrek sakallı biri oturuyordu. Bozuk şivesinden yabancı olduğu belliydi. Ama yabancılığı birahaneye değildi. Hatta, oranın müdavimlerindendi o, elbette. Öyle olmasa garson onun leblebisinden alır mıydı?Hem de masasına oturarak.Garsonların eliyle leblebisinden aldığı,izin istemeden sigarasından otlandığı yerin yabancısı değildi.Onun memleketinde karın 10 türlü adı vardı.Sadece sulu sepken, lapa lapa değil tam 10 değişik ismi.Karın bin türlü yağdığı yerden kar yağdığı zaman milli felaket olan yere gelmişti.Mimarlık tarihi dersleri veriyordu.Hem mimari de hem de tarihte dünya çapında uzmanlaşmış bir millete ders vermeye!Olacak iş miydi bu?Hititlerin soyundan gelen bize çiçek pasajının kireç boyalı tavanlarına bakıp tarihi dokunun nasıl kaybolduğunu göstermek Zor kısmı bu değildi onun için.Zor olanı kızından ayrı kalmaktı.Ülkeye geldikten sonra evlenmişti.İlk önceleri karısı da çalışıyordu.Sonra işinden ayrılmış, bir daha da çalışmamıştı.İyi niyetle başlayan bir ilişki yine iyi niyetle sona ermişti.Tabi Türk kadınları zordu.Ama bize göre öyleydi.Ona göre zor olan Türk kadının ailesi olan ilişkisi ve bunun erkeğin üzerindeki anlamsız yüküydü.Evet,kesinlikle bu her erkeğin taşıdığı bir yüktü. Anlamsız olması ise erkeklerin neden bunu bir yük olarak algıladıklarını anlayamamış olmalarıydı. Olsun yük yüktür. Önemli olan yükün neresinden tutacağını bilmek. Bunu ona annesi öğretmemişti. Çünkü, onun memleketinde bu yükün tarifi yoktu. Her aile kendi bacağından asılıyordu. Burada ise asılmaya geldi mi, her koyun ayrı olmasına ayrıydı ama sürü halinde otlanılıyordu. Kadın sağlık ve işsizlik sigortası olarak ailesini görüyordu. Çünkü, kendi hayatını garanti edecek birikimden yoksundu. Bu yüzden de ailesine sigorta primlerini günlük hayatının laubaliliği ile ödüyordu.
İnsanın aklına hocanın memleketindeki anneler farklı mı? diye geliyor.
-Olur mu? Diye yanıtlıyor., hoca.
-Dünya çapında öğreti verebilecek bir evlat yetiştirmek mi anneliği farklı yapıyor?
-Elbette .Hayır. Bizim annelik anlayışımız sadece sevgiye sizinki sorumlu ve yetkili ebeveyn ilgisine dayanıyor, dedi.
Hocanın muhabbeti arada kesilince başka masada çoktan paragraf haline gelmiş sohbet kulaklarda çınlıyordu.
Sohbet gemisine binen yolcular belli ki tanışlar ama buranın müdavimi değillerdi. Ancak, başka mekanların alkol buharlı havalarını solumuşlardı muhakkak. Hikaye, vakıfların ucuza ihaleye çıkartacağı kiralık evler ile başladı. Süt tozu renkli takım elbiseli, kır saçlı adam girdi söze;
-Vallahi 150 milyona oturuyorum.Öyle kıyak bir evim var ki.Bütün Haliç ayağımın altında.Deniz hastanesine çıkan yokuş var ya!Onun hemen başında
Karşısındaki, kahverengi giysili, zayıf, mavi gözlü adamın Atatürk rozeti parlıyor gözüme. Ceketinin yakasında. Atatürk olmadan bu sohbetlerin keyfi çıkmaz ki!Ancak o ulu öndere aldırmadan küfürle giriyor konuşmaya;
-Siktir et yahu! kafam bozuk sabahtan beri.
Anlaşılan o ki ev sahibi evden çıksın diye bir savcıyı koymuş araya.Savcı telefon edince tepesi atmış.Ulan sen kimin …iki oluyorsun da beni arıyorsun, diye!Öyle ya tepesi attı mı gözü dönermiş.Hani bir seferinde evini yakmış.Herkesi evden çıkarmış, ateşe vermiş bütün eşyaları.Sonrada, seyretmiş çocuklarının hıçkırıkları arasında.
-Yapma böyle şeyler.Çocuklarının psikolojisini bozuyorsun.Sonradan çıkar bunların izleri.
Diye lafa devam etti kır saçlı sohbet yolcusu. Yaşının büyüklüğünün verdiği ağırbaşlılıkla sevgi, travma ve nasihat dolu bir araba laf söyledi.
-Olur mu abicim, çok seviyorum ben çocuklarımı.Onlar için canımı bile veririm.
Canı kıymetsizdi.Çocuklarına olan sevgisinden bile kıymetsizdi ki canını hiçe sayıyordu, kahverengi giysili adam.
-          Ulan pezevenk dedim,senin bastığın toprağı …ikerim.Adresini ver, gelicem oraya ibne
Diye çıkışmıştı telefonda.Küfür etmek çocuklarından bahsetmekten daha şevk veriyordu ona, bu belliydi.
Kır saçlı adam:
-Aldırır seni içeriye valla, ne biçim konuşmuşsun, sen de
-Aldırsın, …mına koyayım.Aldırmayını…iksinler.
Coşmuştu bir kere, hırçın ve hoyrat küfürler savuruyordu.Bu tavrını da delikanlılığına dayandırıyordu.O değil miydi, Dündar abinin karşısında bacak bacak üstüne oturan.O değil miydi? Kürt İdris’e posta koyan.Tophanenin bitirim delikanlısı Ayhan ile vuruşan.Sene kaçtı?Seksenbeş mi?
Ancak, sonradan anlaşıldı hoyratlığı.Karısı beş çocuğuyla bırakıp gitmişti iki sene önce.Bir daha hiç görmemişti karısını.
-Görürsem, vururum, abi.Elimden bir kaza çıkar.O yüzden hiç gitmedim. O ibne kardeşlerine de söyledim.Gidin lan, namusunuzu temizleyin de gelin!diye.Bir daha da bu eve ayak basmayın!İki senedir sesleri çıkmıyor, puştların.
Süttozu elbiseli kır saçlı adam görmüştü oysa karısını.Maçka parkında çocukları da yanındaydı.Hatta o tanımamıştı da, büyük kızı tanımıştı onu.
-Yazık be.Çocuklarına da mı, acımadı?Ama o çocuklar anlar zamanla.Annelerinin ne mal olduğunu?
-Şimdiden görmek bile istemiyorlar be abi.Hepsi bana düşkün.
Ama ikisi de çocukların gizlice Maçka parkında annelerini görmeye gittiklerini görmezlikten geliyordu.
-Bunun hesabını diğer tarafta verir o.
dedi kır saçlı adam ve sonra devam etti:
-Ama alımlı kadınmış be karın!
-Tabi abi.Gül gibi hayatımız vardı.Onun yüzünden Beyoğlu’nu bile bırakmıştım.Kahveye bile gitmiyordum.Bütün çevremden koptum.Sırf o mutlu olsun diye.Ama olmadı!
-O bir Yahudi’nin yanında çalışıyordu, değil mi?Bay Jojo.
-Sorma.Bana bir iş bulacaktı ama sonra arkası gelmedi işte!Aman abi, siktir et!Herkes baksın dalgasına.Ben çocuklarımla rahatım.Zaten büyük kız çamaşır,bulaşık,yemek her işimizi görüyor.Küçükler de kendini idare ediyor.
Kahverengi giysili adam sayfayı çevirmişti bile.Sona geliyorduk işte.
-Hadi, şu Sefa’yı görmeye gidelim. Dedi kır saçlı adam.
Hesap istendi dört bira 12 lira dedi garson.
-Yahu, biz bunun bir tanesini bir lira yetmiş beş kuruşa içiyoruz be!
-Abi,bize gelişi o kadar dedi garson.
-Ben de bize gelişinden niye vermiyorsun diye sordum?, dedi adam.Bir taraftan elini cebine sokmuş hesabı uzatmıştı bile.
Başka mekanların müdavimliği burada geçmiyordu.
İsveçli hoca da fazladan muhabbete kapılıp söylediği birasından son yudumunu içiyordu. Sakalına bulaşan bira köpüklerini acemice sıyırdı, sigarasını söndürdü. Hesabını bilen her Avrupalı gibi dört biranın parasını masaya bıraktı. Dizlerinden kuvvet almadan doğruldu ve vedalaştı.
Hayatlardan iki bira içimi birer bölüm açılmış, cesaretle deşilmiş sonra usulca kapatılmıştı. Artık, kalabalığa karışıp herkes kendi hikayesini yaşamaya devam etmeye hazırdı.Pasajın girişi de yeni hikayelere gebe yeni yüzleri karşılamaya hazırlanıyordu şimdi… 

(14.07.2005)

İşe yaramak


Delice bir tuzaktır işe yaramak çoğumuzun hayatında. Şizofrenik boyutlara ulaşabilir bu olgu. İşe yaramak için ne yapmayalım ve nasıl yapmalıyım arasında debelenriz. Çoğumuz istemeden hayat tarzı edinmişizdir,onu. Karşımızdaki yaşadığı bir olaydan söz ederken hemen çıkarımlar romanı yazarız işe yaramak için. 

-Dün kiralık ev bakmaya gittik ya. Ayağıma karasular indi. Gezmedik emlakçı kalmadı bu yaka da, hepsi ne kadar da kötü evlerin.

- Ee neden bana söylemedin? Bizim sitede bir dolu kiralık var. Dur şimdi bende emlakçının numarası vardı, oradan arayacağım.

İşe yarama kaygısı bazı kişi ve olaylarda çalışabilir gerçekten. Ancak, bu durumsal işe yarama daha da çok kamçılar sizi esasında.

Niye işe yarayabilir? Çünkü bazılarımız ima yollu aktarımları tercih ederiz. Bizi bu zamana kadar getiren merdivenler açık ve net olarak kendimizi ve derdimizi anlatmaya olanak sağlamamıştır.Ya da teşvik etmemiştir. Bastırılmışızdır. Talepkar olmaktan çekinmişizdir. Belki de talepkar görünmekten. Bu durumlarda, işe yarama güdüsü karşı tarafta gerçekten yer bulabilir. Ancak, bir eksiklik olan kendini açık ve net ifade etmesine yardımcı olmaz çoğu zaman.

İşe yarayacak ne var diye konu ararız diyaloglarda. Hahh, buldum işte. Bana, işe yarmak için müthiş bir fırsat.  Baktık işe yaramak ortası gelmiyor. O zaman başka tatktik girer devereye. İşe yaradığımızı gösterecek lüzümsuz çabalar... 

Kendinizce direksiyonda mutabık kaldığınız varış yerine doğru gidiyorsunuzdur. Yan koltuktaki işe yarama şizofrenisi arkadaşınız ise tetiktedir. Atılır;

- Aa neden buradan gidiyorsun. Biraz ilerideki kavşakta trafik çok sıkışır. Dön sen buradan sağa şimdi. Ben seni lap diye çıkaracağım istasyona, Merak etme!

- Kasıntıdan ellerim direksiyonda kilitlendi. Merak etmiyorum da ben istemedim ki arkadaşım. İstesem kısa yol söylerim. Üstelik neye göre kısa. Geçmiş tecrübelerine göre. Ya bugün oraya bir tretuvar örülmüşse. Ya da çöp kamyonu sokağı tıkmışsa. Ya da bir kaza bizi orada bekliyorsa. Bırak yolumuza gidelim.

diye aklınızdan geçirirsiniz.

Hayırr. İşe yaramalıyım ben. O zaman air condition çalışma prensiplerinden gireyim, der arkadaşınız.

-Abi, sen neden klimayı bu konumda çalıştırıyorsun? Boşuna benzin yakıyorsun. Şu konumda çalıştırsana.

 (Bak ben de işe yaradığımı hissedeyim ha? Ne olur?)

Hissettirirsiniz ya da boş ver dersiniz belki. Klimayı o ayara getirir ya da getirmezsiniz. Ama işe yarama kaygısı akut bir hale doğru gidiyordur artık.

Oysa, işe yaradığımızı görmek için değil, içini dökmek, dinlendiğini hissetmek, paylaşılmak için biz varız. Kaçırırız işte;

işe yaramak için ...

"Between two evils, I always pick the one I never tried before".

Mae West

Boşu boşuna


Uçarak bir tene dokunmayalım, bugün. Şöyle patt diye. Dudaklarını yukarı kaldıracak, gözlerini hafifçe kısacak, başını bir yana eğecek birine. Değecek birine konmayalım. Öpücüğüm ben. Konduğum yerde ateşler çıkmalı, Yüreklere su serpilmeli. İçler refahlamalı. Bir tatlı tebessüm doğurmayalım o çehrede. Bir bahar çiçeği olmayalım dokunduğum yerde. Tomurcuğum ben; yavaş ve heyecanla açılmalıyım. Güneşe döndürmeliyim yüzümü. Güneşe bakmalı dokunduğum yer. İçi ısınmalı, kala kalmalı öylece. Çatılan kaşları düzeltmeliyim, acele, bir an önce. Hadi, gidecek yerlerim var işte! Bekletmeyin beni yolum açık olsun, bu işte.

Gittim ben ama beceremedim işte.

Yapamadım, açtırmadım bir gül yüzü. Olmadı işte. Kaşlar çatık, yüzler düşük. Kaldırmadım. Güneş orada ama kimseyi baktıramadım. Başlar öne eğik, kalpler içe dönük. sesler suskun, edalar bezgin. Gezginler bitkin, ümit yuva yapmış söğüt dalına. Şairler kalem kemiriyorlar,bakına bakına. Ama, ne çare; acısız bir ölüm gibi usul usul etrafımız yanıyor, gidiyoruz be boşu boşuna...  

Felek, özür dileriz!


Arapça'dan gilmiş dilimize. Birinci anlamı: gökyüzü, ikinci anlamı zaman, sonrasında da : dünya,talih,baht geliyor. 

Tam hamur gibi yoğrulmaya musait bir kelime. Bizim gibi, hayat gibi, nereden bakarsan, öyle. 

Ancak, bizim doğup büyüdüğümüz kültürde hep kahpe ve zalim yanları öne çıktı, feleğin. Ah be felek! Güzelliklerini göremedik, senin. Çocuğumuzu sağlıkla kucağımıza alınca seni anmadık. Sağol felek demedik, ki. Güzel bir boğaziçi akşamüstüne merhaba derken de sen yoktun, hiçç! Kalbimizi küt küt attıran aşkımıza kavuştuğumuzda;pürtelaş unuttuk seni. Zor bir hastalıktan çıkınca da şükür etmedik sana. Pis dumanlar çıkardık evlerimizden, fabrikalarımızdan. Zehirli sular akıttık. Kirlettik seni üstelik. 

Ama ne zaman işimiz ters gitse sana yüklendik. Sevdiğimizden ayrı düştüğümüzde aklımıza düştün. Kalbimiz buğuluyken seni andık hep. Karaladık, kötüledik. Dünyadaki tüm kötülükleri senden bildik. Zulm ettin, arkadan vurdun. Seninle çok haşır neşir olanları çemberden geçirdik bir de. İyi bir anlamda değil ama. Kaşar, kurtlanmış,paslanmış gibi. Seninle iyi geçinenler öyle çok ipe sapa gelmez adamlar diye bilirdik. Çok kaale almazdık onları. Sen, harap, virane bir evde rengarenk şifonlarla dolaşan ve Erol Taş gibi kahkahalar atan bir Sophia Loren'din adeta. Ama ayaklarında terlik vardı ve topukların çatlak ve kirliydi. 

Senin hep bir çingene tarafın vardı felek! Ahirette tanışın var mı bilemem ama yaşarken ahirette tanıştırdın bizi. Bilemedik kıymetini, kahır ile andık seni hep. Kusura bakma, affet bizi.

Tatlı, hafifmeşrep, esmer felek...


Şiir- Değil mi?


Hayallerin kırık,
Boynun bükük,
Gecelerin uykusuz,
Kendin ayaktasın değil mi?

Hani bükülecek gibi,
Ama,
Dimdiksin değil mi?
Ayaktasın tabi...
Sevdin değil mi?

Yağmur damlalarını saydın,
Facebook'da arkadaşlarına baktın,
Uykusuz kaldın değil mi?

Yine yaparsın,
Yapacağını bilmiyorsun,
Belli etmeyeceksin gibi,
Duruyorsun...
Değil mi?

Istanbul,06.04.2015

Duvar Saatleri


Duvar saatleri dolu bir oda hayal ediyorum. Türlü, türlü, farklı farklı saatler.  Sanki, eski bir saat tamircisi dükkanı gibi.  Daha sonra odanın içerisine bir soba koyuyorum.  Alevler dans ederken ara sıra gözüme çarpıyorlar. Hafif kabarmış cam pleksi penceresinden bakıyorum alevlere.  Duvar saatlerinin zincirli kuyruklarının sonunda hep bir kozalağa benzettiğim saniye salıncağına bakıyorum.  Her bir saatin sarkacı farklı salınıyor.  Zaman akıp gidiyor.  Soba yanıyor.  Oda sımsıcak.  Bir sandalye çekiyorum, altıma. Duvarlara bakıyorum.  Duvarlar canlı gibi.  Saatler ile ahbaplık yapıyorum.  Bir masa yerleştirmeliyim, ama nereye? Sandalyeyi de yanına yanaştırıyorum.  Duvara, dayayacağım masayı.  Bir masa lambası ışığı altında bir kaç satır yazacağım, bırakacağım kalemi birdenbire.  Saate bakacağım.  Kalkıp gideceğim, yan odaya bomboş yalnız duvar saatsiz odaya, yazım, kalemim ve saatlerim orada kalacak.  Masadaki lambanın ışığı açık kalacak.  Kapı aralık kalacak. Yazı baki kalacak.  Zaman akıp gidecek,  daima...

Cız bızz


Türkçe, her lisanın olduğu gibi nev'i şahsına münhasır bir dil! Bu kendine özgünlüğün yeme içme kültürü ve pişirme sesleri ile olan bağlantısı benim için ayrıca dikkate şayan! 

"Hiç mi vicdanın sızlamadı?
İçim cız etti vallahi!
Yüreğime soğuk sular serpildi.
Ne öyle şıkır şıkır takıştırmışsın?
Herkesin gözü önünde çocuğu şapır şupur öptü.
Niye suratını ekşittin?
Bal yiyen baldan usanır.
Bundan iyisi Şam'da kayısı!
Bu oğlan da çiroz gibi ayol! Ötekine baksana yumurta gibi, peh!
Bugün de hava limonata.
Balık etliyi kimselere değişmem."

İşte böyle; içinizin yağları erisin, peynir_ekmek gibi mallarınız satılsın, ağzınızdan bal damlasın, kaynananız dut yemiş bülbüle dönsün, hepinizin sofraları Halil İbrahim bereketiyle dolsun.

Ada vapuru;22 Mart Pazar; Bostancı açıkları.