Masumiyet karinaymış artık


İstanbul emniyet müdürü ( ya da amerikancası daha yalın ve net: İstanbul polis şefi, wsj gazetesi bu şekilde yazmış ) görevden alınmış, aracına binecek tam o sırada başı beyaz yaşmak ile örtülü bir kadın belirir.  Bu durumu gören polis şefi aracına binmek üzere eğilmekten vazgeçer.  Kadının kendine doğru hamlesiyle birlikte arkasını döner, kadın polis şefine sarılır ve alnından öper.  Bir devlet adamının erişelebileceği en büyük bahtiyarlık diye içimden geçiriyorum. TV yi seyrederken.  Tam o sırada sonradan öğrenilmiş bilgilerin olduğu daha genç beynim devreye giriyor.  Bu kadın nereden çıktı? Polis şefinin makamından ayrılacağı zamanı nereden bildi? Oraya nasıl geldi? Haberi duyar duymaz otobüse mi bindi? Üstelik de gece vakti.

İşte masumiyetin bittiği an.  Bu aralar popüler bir hukuk terimi var. Masumiyet karinesi.  Yani, meşhur hukuk deyimi, Herkes suçu ispat edilene kadar masumdur.  Ama masumiyet artık karinada olmalı.  Teknenin suya batan kısmında yani.  Yüzeyden görünmüyor, zira.  Suyun altında, ancak balıklar görebilir.  Balık hafızasına layık masumiyet.

Oysa ki, masumane başlamıştı hayat.  Dünyaya açtığımız gözlerimiz inanmıştı her gördüğüne.  Bir sade vatandaş, üstelik de orta yaşın üzerinde bir kadın, bir polis şefini kucaklayıp, alnından öperse bu sevilmekti.  Hizmet etmekti. İz bırakmaktı.  Vazifenin ödülüydü.  Ama yıllar geçtikçe öğrendik.  Saman altından su yürütülüyormuş.  Annelerimiz, teyzelerimiz kan ağlıyor, dayak yiyiyormuş.  Sırtından vurulan yazarlarımız vatan haini değilmiş.  Faili meçhul katledilenler terorist olmamışlar hiç. Tunceli'nin adı meğer Dersim'miş.  Kürt'lerin kuyruğu yokmuş.  Vatanını en çok seven en çok bağıran değilmiş.  İmam ahlaksız, hoca vicdansızmış.  Yerli malı çürük, veresiye veren tefeciymiş.  Yüzbaşı Volkan it dalaşında yok yoluna yitirdiğimiz, denizin şehidiymiş.  Yastık altı dolarlarımız sahte, kumbaraları teslim ettiğimiz bankalar batıkmış.  Devletin malı denizmiş.  Yemeyen hınzırmış.  Odalara gizli kamera, telefonlara mikrofon koyuyorlarmış.  Asayiş düzgünse bir kaç bomba patlatıyormuş OHAL memurları. 

Hayat bir illüzyon, el çabukluğu marifet, bul karayı al parayı imiş.  Masumiyet itimat gemisinin karinasıymış artık.  Pruvası şaşmış, pusulası kırılmış.

Bir umut denizinde...            

Şiirdeki Abbas dile gelse, meyhaneci olsak!


Hani, şöyle üç beş masa bir yerimiz olsa.  Telaşlı kalabalıkların, akşam geçişlerinin olduğu bir yerde.  Özlediğimiz, aradığımız, şikayet etmediğimiz gibi olsa.  Küçük olsa, kapısı, girişi dar olsa.  Oturanlar birbirleriyle konuşacak kadar sıkışık olsa masalar.  Masalarda, bembeyaz, sadece beyaz kolalı örtüler olsa.  Üzerlerinde beyaz porselen tabaklar olsa.  Bir tane garsonumuz olsa.  Hani, ızgara, ana yemek bir tür olsa, her akşam.  Ondan sadece bir tencere yapsak.  Bitince, kalmadı paşam desek.  Bir akşam sulu köfte, bir akşam etli yaprak dolma, başka akşam bamya olsa.  Hani, müşterilere ne kadar paraları varsa o kadar meze ve içki versek.  Adabıyla, müzik olsa hani.  Bağırıp, çağırmadan ince saz.  Eski zaman şarkıları çalsa.  Şiir okusa eskilerden birisi.  Her akşam, biri hikaye okusa.  Sene-i devriye desek, şairlerin, yazarların ölüm yıl dönümlerini ansak.  O akşam ilk içkiler, bizden olsa.  Sevdiğimiz mezeleri yapsak.  Vermeden önce tatsak.  Hani beğenmediğimizi müşteriye vermesek.  Sebzenin, meyvenin, etin, balığın en tazesini alsak.  Hani bir de alameti farikamız olsa.  Sadece bizim yaptığımız bir meze.   Kimseye vermesek tarifini.  Yiyenlerin dili damağına yapışsa.  Tadı hep damakta kalsa.  İçeri gelenleri selamlasak, mutlaka tanısak, bilsek. Gelmedikleri zaman, telefon etsek, çağırsak.  Bayramdan sonra pastırma göndersek.  Hani, açıldık, buyrun bekleriz gibi.  Duvarda resimler olsa, özendiğimiz yılların insanları olsa.  Fötr şapkalı, ince kravatlı beylerin, ince belli etekli hanımların. Müşterilerin yazdıkları olsa.  Akşam oldu mu, anason kokusuna taze meze kokusu karışsa.  Veresiye olsa, yolluk rakısı olsa.  Yolluk rakısının hesabı olmasa.  Tuvaletleri mis gibi olsa.  Örnek olsa, personelimiz Balkanlardan olsa.  Açık tenli, renkli gözlü. Hızır gibi olsalar.  Müşterilerini bekleseler.  Alın terlerinin karşılığını versek.  Huzurla gelip, huzurla gitseler.  Ailelerini tanısak, çocuklarının düğünlerini görsek.  Mahcup olmasak ele güne.  Allah hayırlı, uğurlu kazanç nasip etse!  Müşterilerimiz çıkarken bizi selamlasa, her akşam gelseler.  Bize teşekkür etseler.  Gazetelere çıksak, yazarlar, değerli adamlar bize gelse!  Uğurlu, hayırlı insanlar bizi reklam etse.  Mevsiminde, eski zaman yemekleri yapsak!  Yaptığımızı, tarihini, zamanını anlatsak!  Hani, Lüfer pilavı yapsak, lüfer zamanı.  Ya da sultan yumurtası, hani gri sarılı.  Tezgahı açmak için sabırsızlansak, gidemediğimiz zaman özlesek.  Güzel insanların diyarında açsak orayı.  Güzellikler yaşasak.  Namerde muhtaç etmeyecek kazancımız olsa.  Fakir, fukarayı gözetsek, birini de okutsak.

Ne güzel olur be! meyhaneci olsak? Anladın mı? İyi, çok iyi 10 Numara bir meyhaneci olsak!

Metrosentimental


Upuzun bir koridor sanki, ya da tünel.  Metro tren vagonu.  Sonunu görebildiğim, her iki yana yaslanmış, kulaklıklı insanlar.  Ayakkabılar çamurlu değil.  İlk Halkalı trenlerine bindiğimde bu durumu fark etmiştim. Herkesin ayakkabısı çamurlu ve kirliydi.  Daha sonraları, çok daha sonra filvaki bugünlerden çok önce; Atina'ya yolum düştü.  Atina'da bizim Halkalı - Sirkeci benzeri bir banliyö tren hattı var  İstasyon aralarından geçerken içerisinden çimen fışkıran, Zeus başları, İyon kolon kesitlerini görürsünüz.  Orada, trendekilerin ayakkabılarına bakmıştım yine.  Pırıl, pırıldı.  Bizim de de böyle olacak demiştim, trendekilerin ayakkabıları.  Olmuş.  Ama, kulaklıkları hayal edememişim. 

Bir süre aklımdan bir şey geçirmemeye çalışıyorum.  Ama, yandaki kadının çantasının tokasından aklıma bir şey geliyor.  Ona tutunarak, dalıyorum anılara, karşıma güleç yüzlü birini çıkarıyor.  Bir süre sohbet ediyoruz, yüzü gülerken ondan ayrılıyorum.  Değişen saatin yelkovanına gözüm takılıyor, bu sefer.  Buraya kadar olan durak sayısını hesaplıyorum.  Daha sonra, o sayı toplam süreye bölünüp, zihni başkaca meşgul edecek bir basamağa dönüşecek.  İstasyon arası kaç dakika sürüyor?  Bu zihin işgali esnasında ağzımın kuruduğunu fark edip, ne kadar tuzlu oluyor, dışarıda yenilen yemekler diye düşünüyorum.  Akşama ne yesek?  sorusu karşılıyor beni trenin fren sesi ve sallantı istasyonunda.  Titreyerek, ve bowling kukaları gibi sallanıp, sürtünüp, devrilmeden dikilmeye devam ediyoruz, yolcular takımı olarak.  İlk binen, hep daha dik ve kendinden emin duruyor.  Daha sonraki, istasyonlardan binenler, ee daha acemi.  Biz, burada iki dakikadır dikiliyoruz canım.  Sen de kimsin?  İliş, işte şöyle bir kenara.  Sırtıma, dokunmamak için eğril, doğrul, kıvrıl, hatta sesli özür dile.  Biz, eski istasyoncular mevzilerimizi terk etmeyeceğiz. 

Kapı camından silüetimi fark ediyorum.  Kesik film kareleri gibi, trenin geçtiği yer altı tünellerinin duvarından yansıyan ışık hüzmeleri de camda hareket ediyorlar.  Yüz tandık ama, beden hangi gürbüzün?  Sabık, güreş takımı antrenörü tipi bir şekil vücuda gelmiş.  Cam karardı.  Tepemdeki mavi ekran, değişiyor, bizim istasyonun adı çıkıyor.  Şimdi, artık istasyon ile ev arasında yürürken karşıma çıkacaklar için hazırlıklıyım.  Metroyu, sentimental bir modda geride bırakıyor, soğuk rüzgarları suni olarak estiren demir merdivenlere yöneliyorum.

Allaha ısmarladık,

K.

MAVİ...

Mavi bir tül gibiydi suretin, önünde...
Ancak ben seçebiliyordum,
Mavinin arkasını.
Umarsız bir edanın, umut dolu hülyaları,
Yukarıdan sarkan çıplak ampüller,
Kalabalık, kalp çarpıntım ve,
Gözümün önünde sen.
Giderken, avuçlarımda tenin,
Oysa, sensiz başlamıştı günüm,
Yine, sensiz bitti gece.

09.05.2007

Çocuklar uzadıkça


İlk önce anneanne geçilir herhalde, ya da babaanne, sonra sırasıyla anne ve en son da baba.  İşte, çocuğun boyu babayı geçtiği zaman başlar ve biter herhalde bir şeyler.  Babaların içerisinde bir şeyler demek istiyorum. Ben kendimce,tabi.  Annelere de selam ederek.  İyiler hep eskide kaldı gibilerinden ezgiler çınlamaya başlar kulaklarımızda.  Baba eskimeye başlamıştır artık.  Bir taraftan yeni bir arkadaş dahil olmuştur hayata.  Hem ağzımızın içine bakan, hem de burnunun üstünden bize bakan bir arkadaş.  Karmaşık, değişik ve güzel bir duygu olmalı.  Her baba tadamamıştır, muhakkak. Benim büyükbabam kendi çocuklarıyla ilgili tadamamış,mesela.  Oysa, babam ve dedem bu karmaşık duyguları yaşadılar.  Eminim.

Bu tuhaf eskimek ve yaşlanmak hissi beraberinde bir sorumluluk/ayrıcalık(mesuliyet/imtiyaz) da getirir.  Boyunu aşmış çocuk sahibi payesi bir sosyal statü sağlayabilir. "Sen ona bakma, onun boyu kadar kızı/oğlu var".  Bu, sosyal apolet çoğu yerde bir joker vazifesi de görebilir.  Yaş alma konusundaki tahminlerde mesela.  Beklentinizin üzerinde bir tahmin aldıysanız.  Önemli değil.  Hemen jokerinizi kullanın.  Ya da size fırsat vermeden kavisli bir orta gelecektir, mutlaka. " Aaa, inanmıyorum.  Ben sen/sizin daha..." ile başlayan cümleleri duymanızı sağlayacaktır.  Pek ala, bu apolet omuzlarda sosyal bir yük olarak da ağırlaşabilir.  "Koskoca adamsın, boyun kadar kızın/oğlun var... ile başlayan cümlelere gerekçe yaratabilir.  Bacak kadar bebeleriniz zamanında sosyal olarak izin verilen hayali sınır daralmıştır artık.  Tuhaf bir ikilem.  Hayatın kendisi gibi.

İnsan dışındaki canlılarda durum daha farklı.  Vahşi doğada kendi yavrusu kendi boyunu aşmış çok az mahlukat olmalı.  Düşünsenize, bir erkek filsiniz ve sizden daha azametli yavrunuzla karşılaşıyorsunuz.  Hayal kırıklığı; Zaten, çoğu böyle bir karşılaşma yaşamadan son nefeslerini vermiş oluyorlardır.  Ya da yarış pistindeki aygır, kendi yavrusu tarafından geçiliyor, Bu durum ile karşılaşılmamıştır, bence.  Doğada yavrular büyüyene kadar ebeveyn yeryüzündeki görevini bitirmiş oluyor.  Hatta, bir çoğu doğurur doğurmaz ölüyor.  Alaska somon balıklarının macerasını aklınıza getirin.  Ya da daha spermleri dişinin yumurtasıyla buluşmadan fani dünyaya veda eden Peygamber devesini.  Ne kader?  Bu yönden, insanoğlu bir anlamda şanslıdır. 

Şanslıyız.  Çok şükür.

Esenlik dileklerimle,

K.

Küçük bir çocuğun elinden tutuyorum bugün

Küçük bir çocuğun elinden tutuyorum bugün.  Soğuk, kuru soğuk elleri çatlamış.  Bir yokuşu çıkıyor.  Sol tarafında top oynadıkları arsa, kimse yok şimdi.  Hemen yanında çitlerle çevrili ve bahçesinde çeşit çeşit meyve ağaçları ve ortasında yabancı bir ülkenin bayrağı olan bir yabancı misyon evi.  Her iki sokağa da çıkışı var.  Yokuşun başında elma tadında ama iri kiraz büyüklüğünde Japon elması adını verdikleri mucizevi meyve ağaçları.  Yokuşu tırmanıyoruz, karşımıza yönetim şekli yakın zamanda değişen ve çitlerin arkası gri metal levhalar ile kaplanan bir elçilik binası daha çıkıyor.  Kapısındaki tanıtım fotoğraflarındaki katı propaganda senaryosu ancak erişkin aklı ile anlaşılabilecek cinsden.  Şimdi, tek öne çıkan fotoğrafların renksizliği.  Bu binayı geçer geçmez kar yağmaya başlıyor.  Bir anda önümüzdeki kaldırıma kadar biriken yığılmış kar kütleleri ile karşılaşıyoruz.  Elimden kayboluyor küçük çocuk.  Şaşkınlığımın arasında yanakları kıpkırmızı, elindeki eldivenleri kaymış ve yırtılmış bir halde beliriveriyor.  Bir kızağın üstünde yanımızdaki yüksek eğimli arsadan kayarak gelmiş ve ancak kaldırımda durabilmiş.  Nasıl mutlu, bana kartopunu çağrıştırıyor.  Sıkı, soğuk ve yuvarlak.  Üzerindeki karları temizleyerek yürümeye devam ediyoruz.  Ellerimiz ve ayaklarımız ıslak ve soğuk.  Önümüzden gömlek cebinde dört renkli kalem taşıyan gözlüklü, tanıdık ve dalgın adam geliyor, yaklaşıyor ve geçiyor.  Tanıdıklığımızı belirtmek yerine, sadece bakıyoruz.  Simitçi geçiyor bu sırada karşı kaldırımda “ ssimiiidiyeooo” diye bağırarak.  Kafasının üzerinde taşıdığı tablasının altında yine simit şeklinde yağlı, kirli bir kumaş parçasına takılıyor gözü küçük çocuğun.  Her defasında, ilk önce hafifçe dizlerini kırıyor  ve eğiliyor.   Bir eliyle başının üzerinden tablasını alırken, diğer elinde taşıdığı portatif ayakları açıyor ve tablayı üstüne koyuyor.  Bu esnada boynunu çok fazla kırmıyor.  Başının üzerinde o yağlı, kirli kumaş parçası bir azizin resmedildiği bir hare gibi zihinlerimizde yer ediyor.  Okula yaklaştıkça mavi/lacivert renkli beyaz yakalı önlüklü çocukların içerisinde biri gözüne çarpıyor.  Boğazlı yakalı kazağı önlüğünün içinden çıkmış çantası ve kabanı farklı taraflarda.  Alanını genişleterek yürüyor.  Kah duruyor, itişiyor duvar dibinde kah koşarak karşı kaldırıma geçiyor.  Kirli kar ve buz birikmiş, ortasını sanki marangoz rendesiyle oyup, derinleştirmiş kayarak çocuklar.  Kenarından geçiyoruz.  Genzimiz yanıyor, hava da kurum. Çalan zil sesiyle birlikte okulun bahçesindeki kalabalıklara karışıyor, küçük çocuk.  Geçiyor zaman.  Hayat.  Yıllar.