İki Bira İçimi Hayat


 Çiçek pasajının girişinde eskiden ayaküstü şimdilerde masaları olan bir birahane vardır. Sadece bira isteyebilirsiniz orada.  Mezesi, sohbeti size kalmış.  Karşıdaki kuru yemişçiden aldığınız çerezleri, garsonların verdikleri tabaklara koyar, isterseniz biranıza gocunmadan ve çekinmeden eşlik ettirebilirsiniz. Ancak bunu anlayabilmek için biraz gedikli becerisi gerekir. Hani müdavim olmanın ağır bir havası vardır müşteride. İlk önce çok istekli görünmeyeceksin. Sonra siparişi sen vermeyeceksin.Garson gelip;
-Bira getireyim mi? Abi dediğinde, usulca başını öne doğru eğeceksin. Olur , madem sen istedin anlamında.
İşte bu birahanenin müdavimleri de vardır. Gel geç müşterisi de.Kimin kim olduğu ile kimse ilgilenmez ama bir zaman sonra gelip geçeni seyretmekten sıkılırsın.Diz dize oturduğun komşularınla ister istemez bir iletişim başlar.Ya çerez ikram edilir ya da sigara.Ya da tüm cesaretini toplar, girersin  öyle langadanak söze.Ama komşunu rahatsız etmez.O sadece langadanak olmaya cesaret edemeyen pasif konuşmacı durumundadır.Yani aslında konuşmak istiyordur ama teklifin karşıdan gelmesini bekliyordur.Bir kere laf açıldı mı öyle hemen muhabbete dalmaz.Önce cılız bir kelime sarf eder.Yine senden bekler lafın açılmasını.İkinci repliği artık bir cümle halini almıştır.Bir kaç cümleden sonra ise paragraflar başlar işte o paragrafları topladığında her masadan bir hikaye çıkar.
Masaların birinde garsonların hoca diye seslendiği ürkek bakışlı ve seyrek sakallı biri oturuyordu. Bozuk şivesinden yabancı olduğu belliydi. Ama yabancılığı birahaneye değildi. Hatta, oranın müdavimlerindendi o, elbette. Öyle olmasa garson onun leblebisinden alır mıydı?Hem de masasına oturarak.Garsonların eliyle leblebisinden aldığı,izin istemeden sigarasından otlandığı yerin yabancısı değildi.Onun memleketinde karın 10 türlü adı vardı.Sadece sulu sepken, lapa lapa değil tam 10 değişik ismi.Karın bin türlü yağdığı yerden kar yağdığı zaman milli felaket olan yere gelmişti.Mimarlık tarihi dersleri veriyordu.Hem mimari de hem de tarihte dünya çapında uzmanlaşmış bir millete ders vermeye!Olacak iş miydi bu?Hititlerin soyundan gelen bize çiçek pasajının kireç boyalı tavanlarına bakıp tarihi dokunun nasıl kaybolduğunu göstermek Zor kısmı bu değildi onun için.Zor olanı kızından ayrı kalmaktı.Ülkeye geldikten sonra evlenmişti.İlk önceleri karısı da çalışıyordu.Sonra işinden ayrılmış, bir daha da çalışmamıştı.İyi niyetle başlayan bir ilişki yine iyi niyetle sona ermişti.Tabi Türk kadınları zordu.Ama bize göre öyleydi.Ona göre zor olan Türk kadının ailesi olan ilişkisi ve bunun erkeğin üzerindeki anlamsız yüküydü.Evet,kesinlikle bu her erkeğin taşıdığı bir yüktü. Anlamsız olması ise erkeklerin neden bunu bir yük olarak algıladıklarını anlayamamış olmalarıydı. Olsun yük yüktür. Önemli olan yükün neresinden tutacağını bilmek. Bunu ona annesi öğretmemişti. Çünkü, onun memleketinde bu yükün tarifi yoktu. Her aile kendi bacağından asılıyordu. Burada ise asılmaya geldi mi, her koyun ayrı olmasına ayrıydı ama sürü halinde otlanılıyordu. Kadın sağlık ve işsizlik sigortası olarak ailesini görüyordu. Çünkü, kendi hayatını garanti edecek birikimden yoksundu. Bu yüzden de ailesine sigorta primlerini günlük hayatının laubaliliği ile ödüyordu.
İnsanın aklına hocanın memleketindeki anneler farklı mı? diye geliyor.
-Olur mu? Diye yanıtlıyor., hoca.
-Dünya çapında öğreti verebilecek bir evlat yetiştirmek mi anneliği farklı yapıyor?
-Elbette .Hayır. Bizim annelik anlayışımız sadece sevgiye sizinki sorumlu ve yetkili ebeveyn ilgisine dayanıyor, dedi.
Hocanın muhabbeti arada kesilince başka masada çoktan paragraf haline gelmiş sohbet kulaklarda çınlıyordu.
Sohbet gemisine binen yolcular belli ki tanışlar ama buranın müdavimi değillerdi. Ancak, başka mekanların alkol buharlı havalarını solumuşlardı muhakkak. Hikaye, vakıfların ucuza ihaleye çıkartacağı kiralık evler ile başladı. Süt tozu renkli takım elbiseli, kır saçlı adam girdi söze;
-Vallahi 150 milyona oturuyorum.Öyle kıyak bir evim var ki.Bütün Haliç ayağımın altında.Deniz hastanesine çıkan yokuş var ya!Onun hemen başında
Karşısındaki, kahverengi giysili, zayıf, mavi gözlü adamın Atatürk rozeti parlıyor gözüme. Ceketinin yakasında. Atatürk olmadan bu sohbetlerin keyfi çıkmaz ki!Ancak o ulu öndere aldırmadan küfürle giriyor konuşmaya;
-Siktir et yahu! kafam bozuk sabahtan beri.
Anlaşılan o ki ev sahibi evden çıksın diye bir savcıyı koymuş araya.Savcı telefon edince tepesi atmış.Ulan sen kimin …iki oluyorsun da beni arıyorsun, diye!Öyle ya tepesi attı mı gözü dönermiş.Hani bir seferinde evini yakmış.Herkesi evden çıkarmış, ateşe vermiş bütün eşyaları.Sonrada, seyretmiş çocuklarının hıçkırıkları arasında.
-Yapma böyle şeyler.Çocuklarının psikolojisini bozuyorsun.Sonradan çıkar bunların izleri.
Diye lafa devam etti kır saçlı sohbet yolcusu. Yaşının büyüklüğünün verdiği ağırbaşlılıkla sevgi, travma ve nasihat dolu bir araba laf söyledi.
-Olur mu abicim, çok seviyorum ben çocuklarımı.Onlar için canımı bile veririm.
Canı kıymetsizdi.Çocuklarına olan sevgisinden bile kıymetsizdi ki canını hiçe sayıyordu, kahverengi giysili adam.
-          Ulan pezevenk dedim,senin bastığın toprağı …ikerim.Adresini ver, gelicem oraya ibne
Diye çıkışmıştı telefonda.Küfür etmek çocuklarından bahsetmekten daha şevk veriyordu ona, bu belliydi.
Kır saçlı adam:
-Aldırır seni içeriye valla, ne biçim konuşmuşsun, sen de
-Aldırsın, …mına koyayım.Aldırmayını…iksinler.
Coşmuştu bir kere, hırçın ve hoyrat küfürler savuruyordu.Bu tavrını da delikanlılığına dayandırıyordu.O değil miydi, Dündar abinin karşısında bacak bacak üstüne oturan.O değil miydi? Kürt İdris’e posta koyan.Tophanenin bitirim delikanlısı Ayhan ile vuruşan.Sene kaçtı?Seksenbeş mi?
Ancak, sonradan anlaşıldı hoyratlığı.Karısı beş çocuğuyla bırakıp gitmişti iki sene önce.Bir daha hiç görmemişti karısını.
-Görürsem, vururum, abi.Elimden bir kaza çıkar.O yüzden hiç gitmedim. O ibne kardeşlerine de söyledim.Gidin lan, namusunuzu temizleyin de gelin!diye.Bir daha da bu eve ayak basmayın!İki senedir sesleri çıkmıyor, puştların.
Süttozu elbiseli kır saçlı adam görmüştü oysa karısını.Maçka parkında çocukları da yanındaydı.Hatta o tanımamıştı da, büyük kızı tanımıştı onu.
-Yazık be.Çocuklarına da mı, acımadı?Ama o çocuklar anlar zamanla.Annelerinin ne mal olduğunu?
-Şimdiden görmek bile istemiyorlar be abi.Hepsi bana düşkün.
Ama ikisi de çocukların gizlice Maçka parkında annelerini görmeye gittiklerini görmezlikten geliyordu.
-Bunun hesabını diğer tarafta verir o.
dedi kır saçlı adam ve sonra devam etti:
-Ama alımlı kadınmış be karın!
-Tabi abi.Gül gibi hayatımız vardı.Onun yüzünden Beyoğlu’nu bile bırakmıştım.Kahveye bile gitmiyordum.Bütün çevremden koptum.Sırf o mutlu olsun diye.Ama olmadı!
-O bir Yahudi’nin yanında çalışıyordu, değil mi?Bay Jojo.
-Sorma.Bana bir iş bulacaktı ama sonra arkası gelmedi işte!Aman abi, siktir et!Herkes baksın dalgasına.Ben çocuklarımla rahatım.Zaten büyük kız çamaşır,bulaşık,yemek her işimizi görüyor.Küçükler de kendini idare ediyor.
Kahverengi giysili adam sayfayı çevirmişti bile.Sona geliyorduk işte.
-Hadi, şu Sefa’yı görmeye gidelim. Dedi kır saçlı adam.
Hesap istendi dört bira 12 lira dedi garson.
-Yahu, biz bunun bir tanesini bir lira yetmiş beş kuruşa içiyoruz be!
-Abi,bize gelişi o kadar dedi garson.
-Ben de bize gelişinden niye vermiyorsun diye sordum?, dedi adam.Bir taraftan elini cebine sokmuş hesabı uzatmıştı bile.
Başka mekanların müdavimliği burada geçmiyordu.
İsveçli hoca da fazladan muhabbete kapılıp söylediği birasından son yudumunu içiyordu. Sakalına bulaşan bira köpüklerini acemice sıyırdı, sigarasını söndürdü. Hesabını bilen her Avrupalı gibi dört biranın parasını masaya bıraktı. Dizlerinden kuvvet almadan doğruldu ve vedalaştı.
Hayatlardan iki bira içimi birer bölüm açılmış, cesaretle deşilmiş sonra usulca kapatılmıştı. Artık, kalabalığa karışıp herkes kendi hikayesini yaşamaya devam etmeye hazırdı.Pasajın girişi de yeni hikayelere gebe yeni yüzleri karşılamaya hazırlanıyordu şimdi… 

(14.07.2005)

İşe yaramak


Delice bir tuzaktır işe yaramak çoğumuzun hayatında. Şizofrenik boyutlara ulaşabilir bu olgu. İşe yaramak için ne yapmayalım ve nasıl yapmalıyım arasında debelenriz. Çoğumuz istemeden hayat tarzı edinmişizdir,onu. Karşımızdaki yaşadığı bir olaydan söz ederken hemen çıkarımlar romanı yazarız işe yaramak için. 

-Dün kiralık ev bakmaya gittik ya. Ayağıma karasular indi. Gezmedik emlakçı kalmadı bu yaka da, hepsi ne kadar da kötü evlerin.

- Ee neden bana söylemedin? Bizim sitede bir dolu kiralık var. Dur şimdi bende emlakçının numarası vardı, oradan arayacağım.

İşe yarama kaygısı bazı kişi ve olaylarda çalışabilir gerçekten. Ancak, bu durumsal işe yarama daha da çok kamçılar sizi esasında.

Niye işe yarayabilir? Çünkü bazılarımız ima yollu aktarımları tercih ederiz. Bizi bu zamana kadar getiren merdivenler açık ve net olarak kendimizi ve derdimizi anlatmaya olanak sağlamamıştır.Ya da teşvik etmemiştir. Bastırılmışızdır. Talepkar olmaktan çekinmişizdir. Belki de talepkar görünmekten. Bu durumlarda, işe yarama güdüsü karşı tarafta gerçekten yer bulabilir. Ancak, bir eksiklik olan kendini açık ve net ifade etmesine yardımcı olmaz çoğu zaman.

İşe yarayacak ne var diye konu ararız diyaloglarda. Hahh, buldum işte. Bana, işe yarmak için müthiş bir fırsat.  Baktık işe yaramak ortası gelmiyor. O zaman başka tatktik girer devereye. İşe yaradığımızı gösterecek lüzümsuz çabalar... 

Kendinizce direksiyonda mutabık kaldığınız varış yerine doğru gidiyorsunuzdur. Yan koltuktaki işe yarama şizofrenisi arkadaşınız ise tetiktedir. Atılır;

- Aa neden buradan gidiyorsun. Biraz ilerideki kavşakta trafik çok sıkışır. Dön sen buradan sağa şimdi. Ben seni lap diye çıkaracağım istasyona, Merak etme!

- Kasıntıdan ellerim direksiyonda kilitlendi. Merak etmiyorum da ben istemedim ki arkadaşım. İstesem kısa yol söylerim. Üstelik neye göre kısa. Geçmiş tecrübelerine göre. Ya bugün oraya bir tretuvar örülmüşse. Ya da çöp kamyonu sokağı tıkmışsa. Ya da bir kaza bizi orada bekliyorsa. Bırak yolumuza gidelim.

diye aklınızdan geçirirsiniz.

Hayırr. İşe yaramalıyım ben. O zaman air condition çalışma prensiplerinden gireyim, der arkadaşınız.

-Abi, sen neden klimayı bu konumda çalıştırıyorsun? Boşuna benzin yakıyorsun. Şu konumda çalıştırsana.

 (Bak ben de işe yaradığımı hissedeyim ha? Ne olur?)

Hissettirirsiniz ya da boş ver dersiniz belki. Klimayı o ayara getirir ya da getirmezsiniz. Ama işe yarama kaygısı akut bir hale doğru gidiyordur artık.

Oysa, işe yaradığımızı görmek için değil, içini dökmek, dinlendiğini hissetmek, paylaşılmak için biz varız. Kaçırırız işte;

işe yaramak için ...

"Between two evils, I always pick the one I never tried before".

Mae West

Boşu boşuna


Uçarak bir tene dokunmayalım, bugün. Şöyle patt diye. Dudaklarını yukarı kaldıracak, gözlerini hafifçe kısacak, başını bir yana eğecek birine. Değecek birine konmayalım. Öpücüğüm ben. Konduğum yerde ateşler çıkmalı, Yüreklere su serpilmeli. İçler refahlamalı. Bir tatlı tebessüm doğurmayalım o çehrede. Bir bahar çiçeği olmayalım dokunduğum yerde. Tomurcuğum ben; yavaş ve heyecanla açılmalıyım. Güneşe döndürmeliyim yüzümü. Güneşe bakmalı dokunduğum yer. İçi ısınmalı, kala kalmalı öylece. Çatılan kaşları düzeltmeliyim, acele, bir an önce. Hadi, gidecek yerlerim var işte! Bekletmeyin beni yolum açık olsun, bu işte.

Gittim ben ama beceremedim işte.

Yapamadım, açtırmadım bir gül yüzü. Olmadı işte. Kaşlar çatık, yüzler düşük. Kaldırmadım. Güneş orada ama kimseyi baktıramadım. Başlar öne eğik, kalpler içe dönük. sesler suskun, edalar bezgin. Gezginler bitkin, ümit yuva yapmış söğüt dalına. Şairler kalem kemiriyorlar,bakına bakına. Ama, ne çare; acısız bir ölüm gibi usul usul etrafımız yanıyor, gidiyoruz be boşu boşuna...  

Felek, özür dileriz!


Arapça'dan gilmiş dilimize. Birinci anlamı: gökyüzü, ikinci anlamı zaman, sonrasında da : dünya,talih,baht geliyor. 

Tam hamur gibi yoğrulmaya musait bir kelime. Bizim gibi, hayat gibi, nereden bakarsan, öyle. 

Ancak, bizim doğup büyüdüğümüz kültürde hep kahpe ve zalim yanları öne çıktı, feleğin. Ah be felek! Güzelliklerini göremedik, senin. Çocuğumuzu sağlıkla kucağımıza alınca seni anmadık. Sağol felek demedik, ki. Güzel bir boğaziçi akşamüstüne merhaba derken de sen yoktun, hiçç! Kalbimizi küt küt attıran aşkımıza kavuştuğumuzda;pürtelaş unuttuk seni. Zor bir hastalıktan çıkınca da şükür etmedik sana. Pis dumanlar çıkardık evlerimizden, fabrikalarımızdan. Zehirli sular akıttık. Kirlettik seni üstelik. 

Ama ne zaman işimiz ters gitse sana yüklendik. Sevdiğimizden ayrı düştüğümüzde aklımıza düştün. Kalbimiz buğuluyken seni andık hep. Karaladık, kötüledik. Dünyadaki tüm kötülükleri senden bildik. Zulm ettin, arkadan vurdun. Seninle çok haşır neşir olanları çemberden geçirdik bir de. İyi bir anlamda değil ama. Kaşar, kurtlanmış,paslanmış gibi. Seninle iyi geçinenler öyle çok ipe sapa gelmez adamlar diye bilirdik. Çok kaale almazdık onları. Sen, harap, virane bir evde rengarenk şifonlarla dolaşan ve Erol Taş gibi kahkahalar atan bir Sophia Loren'din adeta. Ama ayaklarında terlik vardı ve topukların çatlak ve kirliydi. 

Senin hep bir çingene tarafın vardı felek! Ahirette tanışın var mı bilemem ama yaşarken ahirette tanıştırdın bizi. Bilemedik kıymetini, kahır ile andık seni hep. Kusura bakma, affet bizi.

Tatlı, hafifmeşrep, esmer felek...