Bodrum Müzesinin Bekçisi Muhsin
Akşam altıda kapanıyordu müze. Ama içerdekilerin çıkması bazen saat yediyi
buluyordu. Müzenin gece bekçisiydi Muhsin.
Öyle bildiğiniz bir müze değildi onunkisi. Bodrum müzesi. Bodrum müzesi Bodrum
kalesindedir. Esasında Bodrum kalesinin
geceleri kalebendiydi Muhsin.
Çankırı’nın köyündendi Muhsin’in ailesi. Ortayı Çankırı’da okumuş. Askerden geldikten sonrada hemşerisi
milletvekili sayesinde Devlet memurluğuna girmişti. İlk önce ilin kültür müdürlüğünde arşiv
memuru olarak çalışmış sonrasında hemşire olan karısının Bodrum Devlet
hastanesine tayiniyle kendini Bodrum müzesinde bulmuştu.
Her akşamki kontrolüne başlamalıydı. İlk önce en tepeye çıkar oradan aşağıya doğru
inerdi. Akşamüstü Bodrum’a en yüksekten
bakan Muhsin olurdu. Bodrum’u da kolaçan
ederdi böylece. Sahildeki tekneleri
sayar. Sabaha karşı hangilerinin hala
orada olduğuna bakardı. Sabahleyin demir
almış tekneler ile ilgili hikayeler uydururdu kafasından. Bu akşam o iki direkli ahşap tekne hala orda
mıydı? diye merak etti. Bir evvelsi gece
sabaha kadar müzik çalıp, teknenin üzerinde parti yapmışlar gece yarısı da
denize girmişlerdi. En çok da gece yarısı
denize girmeleri özendirdi, onu. Hem
gündüze özgü olan bir şeyi zamansız yapma arzusu hem de yüzmek. Bodrum kalesinin bekçisi yüzme bilmiyordu,
çünkü. Mavi beyaz derinliğe bakıp her
gün ufka kadar gidiyordu ama o maviliğin bedenin de nasıl bir his uyandırdığını
bilmiyordu? Ama ölesiye merak ediyordu.
Bu düşüncelerden birden bir sesle ayıldı. Birisi yardım çağırıyor sandı. Merdivenleri koşarak indi, sesin geldiği yöne
doğru koştu. Kimseyi göremeyince başını
sağa, sola öne arkaya çevirdi. Kimse
yoktu. Tekrar kulak kesildi. Çalılıkların arasında bir hışırtı duyuldu. Acaba birisi yere mi düşmüştü, diye düşündü
bir an. İçi ürperdi sadece sesi duyuyor bir
şey göremiyordu. Kısa Akdeniz
çalılarından arasından usulca bir beyaz tavus kuşu belirdi. İlk önce afalladı, Muhsin. Sonra kendine geldi. Kalenin iki tavus kuşundan dişi olanıydı bu. Adını Esma koymuştu. Esmanın tanıdık sureti kendine getirdi, Muhsin’i. Yem saatleri gelmiş olmalı diye düşündü
saatine baktı. Henüz yemlenme saatleri
için erkendi.
İndiği merdivenleri tekrar çıktı İngiliz
Kulesine yöneldi. İngiliz kulesini
kontrol etmeyi seviyordu. Oraya girince
kalenin eski sahipleri ile beraber olduğunu düşünüyordu. Zırhlar, aslan başları, koca geyik
boynuzlar. Zamanın kale komutanları
Saint jean şövalyelerinin arma ve bayraklarının asılı olduğu ortasında uzun
tahta masa ve iki sıranın olduğu loş ve derin kuytu bir yerdi burası. Ezberlediği arma ve flamaların hangi yıllara
ait olduğunu tekrar okuyor sonra hangi bayrak kime ait kendini sınıyordu. Osmanlının kaleyi aldığı tarihi ilk önce
ezberlemiş ve hiç unutmamıştı. 1524. Atalarına olan saygısı burada kabarıyordu. Kulenin girişişindeki namazgaha sırtını
vermiş kavuklu mezar taşlarının yanından geçerken destur çekiyor, çoğu zamanda
mezarları burada olmamasına rağmen ruhlarına Fatiha okuyordu. Sonra ortaçağ
kokulu kuleye giriyor Levent, şövalye ve korsanların beraber olduğu bu gizemli
kulede görev sorumluluğu ile dünyevi işine dönüyordu.
Kulenin bir kot farkı kadar olan aşağı
bölümünde sonradan yapılma küçük bir taştan şelale ve önünde havuz olan alana
indi. Havuzun ortasında sünger
avcılarını temsil eden fiberglastan yapılma bir dalgıç heykeli vardı. Vidalı
başlığı çıkmış, metal ayakkabıların üzerinde dikilen Hitler bıyıklı, balıkçı
bereli esmer bir süngercinin heykeliydi bu.
Muhsin, onu görmeyi seviyordu. Bakışlarındaki
mahzunluk ve yorgunluk yüzünün aydınlığını gizleyemiyordu. Çoğu sünger avcısının olduğu gibi yüzme
bilmediğini düşünüyordu onun da. Ancak o hayran olduğu maviliklerin en
derinlerine inebiliyor, başkalarının güverteden bastığı havayı soluyor, ait
olduğu dünyaya bir kordon ile geri dönebiliyordu.
Heykelin baş kısmında yırtık olduğunu fark
etti birden. Ziyaretçilerden birilerinin
attıkları ile cansız sünger avcısı heykelinin kulağı kopmuş, boyaları
dökülmüştü. Havuzdaki taşları topladı,
kopmuş parçayı aradı ancak bulamadı. Havuzu
aydınlatan ve gece sünger avcısına hayat veren ışıkları açtı. Spotlar yüzünü aydınlatmıştı heykelin. Suratında ki insan eliyle yapılmış sempatik
ifade kaybolmamıştı. Kopuk kulağı ile
olsa da orada olmasından mutluydu, Muhsin.
Ambara, zindana, amforalarını olduğu yarı
açık avluya ve cam eserlerin olduğu karanlık odaya, her yere baktı. Kimse yoktu, kimse kimseyi unutmamıştı ve bir
eşyasını da bırakmamıştı.
Bodrum akşamdan geceye yüz tutuyor, gece
şehri teslim alan müzik farklı yerlerden
temposunu artırıyordu. Saint Jean
şövalyelerinin kalesinde, iki bin yıllık amforalarının içinde Hande Yener’in
şarkısı ritim tutuyordu.
Bu gece de siyah mavi ufuklara bakacak,
saatini kuracak ve tekneleri sayacaktı. Yine
sabah olacak, ziyaretçiler gelecek, annelerinin elinden kurtulan çocuklar kale
burçlarına çıkarken yakalanacak, unutulan kadın çantası polise teslim edilecek,
vergi iadeleri alınacak, Fenerbahçe şampiyon olacaktı.
Bu olacakların içinden bir gece olmayacak bir
şey oldu. Halikarnas tarafına bakan
kayalıklara biri çıkmıştı. Dikkatsiz
gözle bakanların göremeyeceği sessizlikte yüzmüş,usulca kayalar da
belirivermişti. Civardaki teknelerden
atlamış olabileceğini düşündü birden Muhsin.
Ancak, fazla yerinden kımıldamıyor, gecenin karanlığında sadece iri
gözlerinin beyazlığı görülüyordu. Birden
suya daldı ve siyah mavi sularda kayboldu.
Göründüğü gibi sularda yok olan gizemli misafir her gece aynı saatlerde
aynı yere geliyor ve sonrada sularda kayboluyordu. Muhsin her gece onu ilk gördüğü yerde
bekliyor geceleri bu dakikalık buluşmadan Bodrum’dan ve şövalyelerden habersiz
buluşmaktan tarif edilemeyen bir haz alıyordu.
Bir gece onu yakından görmek için kalenin
sadece kendisinin ve müze müdürünün bildiği eski mahkumlardan kalma zindandan
kayalıklara çıkan tüneli kullanmaya karar verdi. Gece iyice karanlık olunca zindanın kapısını
açtı. Aşağının karanlık dipsizliğine
inen merdivenlerden hızla indi. Zindanın
tabanındaki demir kapıyı kaldırıp aşağıya indi.
Işıksız bu odada el feneriyle iki taşı usulca yerinden oynattı. Omuzlarını ancak tünele sokabildi. Beş dakikalık bir sürünmenin sonunda kilitli
demir parmaklığa ulaşmıştı. Cebinden
anahtarı çıkardı.Kilidi açtı, etrafına baktı.
Kaleyi çevreleyen kayalıklara çıkmıştı.
Büyük bir kayanın dibine çömeldi.
Buradan denizi görebiliyor, kayalara vuran dalgaların suları üzerinde
tuzlu lekeler bırakıyordu. Beklemeye
başladı. Nerdeyse zaman gelmişti. Kalenin gece misafirinin eli kulağındaydı. O iri gözlerin hasreti yüreğinde titriyor,
görevinden uzaklaşmış olmak vicdanını sızlatıyordu. O gece kayalıklara kimse gelmedi. Muhsin’in heyecanlı bekleyişi Bodrum
denizinin koyuluğunda hayal kırıklığı olmuştu.
Ertesi gecelerde de görünmedi misafir.
Geldiği gibi gitmişti. Kayalıklara, denize, kuleye sünger avcısı
heykeline her şeye küsmüştü Muhsin. Gece
artık kayalıklara bakmıyor. Tekneleri
saymıyor, çoğu zaman Esma’ya yem vermeyi unutuyordu.
Bir sabah müzeden dönerken balıkçı kahvesinde
heyecanlı bir koşuşturmaya tanık oldu. Caminin
yanındaki balıkçılar sahile yeni yanaşan teknenin etrafında toplanmışlardı. Balıkçıların arasından tekneye doğru ilerledi
Muhsin. Balıkçı teknesi ağlarını
toplamış. Tekne direğinin bumbasından(*)
ağlar ağır bir yük ile güverteye doğru sarkmıştı. Yanaşan teknedeki balıkçılar
usulca mantilyayı(**)saldılar. Teknenin
kıç tarafına yığılıverdi yük. Muhsin’in
gözüne ilk çarpan dermansız bir çift iri göz oldu. Başında derin bir yara vardı ve açıktı. Bu bir Akdeniz fokuydu. Bodrum’da pek rastlanmazdı. Ya av takip ederken yolunu şaşırmıştı ya da
civar adalardan gelmişti.
Balıkçılar dönüş yolunda iri bir balık
sürüsünü radarda fark etmişler. Kesat
geçen bir avın ardından rastgele diye Kaleağzı açıklarında attıklara ağa
takılmıştı. Balıkçılar yaranın dümen
yelpazesinden olabileceğini söylüyorlardı.
Teknelere yakın yüzmüş ya da birileri su üstünde belirince özellikle
üstüne süratle tekneyi sürmüştü.
Muhsin bu Akdeniz fokunun kale kayalıkların
gece ki misafiri olduğunu orada anladı. Fok tüm Bodrum ilgilerinin dikkatli
bakımlarına rağmen yaşatılamadı. Yarası derindi ve çok yorgun düşmüştü.
Bu sefer sünger avcısın heykeline atılan
taşlar değildi Muhsin’in yüreğini sızlatan. Havuzdan toplayamayacaktı onları. Sünger
avcısının sempatik ifadesi hala duruyordu ancak fok karada ölmüştü.
Muhsin, kale restorasyonunda uğraşanlardan
rica etti. Ona bir Akdeniz foku heykeli yaptılar. O heykeli hep beraber
Muhsin’in onu ilk gördüğü yere koydular. Şimdi o kayalıklarda bir fok heykeli
durur, adı Muhsin…
(*)Bumba :Teknede ana direğe
bağlı halatlar ile kumanda edilen ağaç veya metal direk.
(**) Mantilya: Bumbayı aşağı
yukarı hareket ettirmeye yarayan halat.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder