İki ayağımın üzerinde dikilirken - 3.bölüm

./..

Neyse, toplantıyı da atlattım.  Artık, evdeki sarı kanepem beni bekliyor.  Neyi kaydetmiştim en son?  Lost'un kaçıncı bölümünde kalmıştım?  Her neyse, seyredince hatırlarım.  Akşam karanlığı çökmeye başladı mı, ofisin temposu da günü yorgun saatlerine ayak uyduruyor.  Hareketler ve mesaj trafiği yavaşlıyor.  Ofisin hedefi aynı: bir an önce buradan çıkmak!

Asansörde o sevdiğim kokuyu duyuyorum yine  Gözlerimi kapatıp, içime çekiyorum.  Parfümle karışık ten kokusu.  Ama asansör o kadar kalabalık ki, kimden geldiğini ancak tahmin edebilirim.  Yoksa, şu deve tüyü paltolu, kırımızı rujlu, kumral hatun mu?  Tanıyorum onu galiba.  Yukarıdaki gemi acentesinde çalışıyor.  Bir kaç defa köşedeki börekçi de dikkatimi çekmişti.  Oturup, yiyiyordu.  Diğerleri gibi paket yaptırmamıştı.  Önünde de sıcak süt vardı.  Şimdi daha iyi hatırlıyorum.  Birisine de benzeteceğim, sanki.  Haa, evet, Gywenth Paltrow'a benzetiyorum onu!  Böyle güzel kadınları sürekli bir aktrislere benzetirler.  Ancak, çoğu zaman benzetilenlerin arasında bir benzerlikte yoktur.  Bir arkadaşımı hem Ezgi Mola'ya hem de Angelina Jolie'ye benzetilerdi, mesela!  Herhalde, onların görüp de benim yakalayamadığım, bir incelik var!  Kimbilir?  Ama bu kumraldan eminim, kesinlikle benziyor.  Fakat, daha somurtkan.  Nasıl olmasın?  Somurtkan olmak bu coğrafyada kadına gizem ve statü kazandırıyor.  Askıntı eşiğini daha yukarıya taşıyorsun.  Belki de bunu bir tür savunma mekanizması olarak kullanıyordur.  Neden olmasın?


Yürüken, birden, tiz bir " Merhaba" sesi ile irkiliyorum.

" Ozann?! "
" Feride? Merhaba, naaber? "
" İyidir, vallahi. Sen nasılsın? Asıl? "
" Ne olsun? Koşturmaca, iş, güç, işte "

Feride ile altı ay kadar çıkmıştık.  Çok güzel de zaman geçirmiştik!  Sonra, yollarımız ayrıldı.  Aradan da sanırım, bir yıl geçmiş olmalı.  Ama, kimin, kimde gönlü kaldı belli değildi.  İkimiz de serinkanlı davranmaya çalışmıştık.  O zamandan beri ilk görüşüm.  Şimdi, bir nebze tıkandım.  O tiz sesinin beni olumlu etkilemediğini hatırladım, evet.  Ama şimdi?  Ne demeliyim? Konuşmaya nereye götürmeliyim? Bir çıktığı var mı? Ya da varsa, yoksa ne fark eder?  Bir yere davet etsem, çok ham olacak?

" Hiç aramıyorsun?  Ne oldu? Dargın mıyız? "
" Haa, yok ya!  Neden dargın olalım? Bir bahane çıkmadı vallahi "
" Bahane aramana gerek yok ki!  Hal, hatır sormak da mı bahaneyle ? "
" Evet, haklısın, biz eski arkadaş sayılırız.  Değil mi? "
" Kesinlikle. "
" Zamanın varsa, bir şeyler içelim, şurada şirin bir café var! "
" Aaa, çok isterdim ama, bir yere sözüm var.  Yetişmeliyim.  Başka, sefere ha? olur mu? "
" Tabi, tabi. Olur, neden olmasın.  Ben de öylesine diye ... ""
" Ozan'cım, ben gitmeliyim.  Kendine iyi bak, bahane aramayı bırak, ara olur mu? "
" Olur, olur. Hadi, sen de dikkat et kendine, Bye! "

Mesajları kendime göre yorumlayıp, olur olmadık anlamlar çıkarmakta üstüme yok ki! Bu konuda bir numarayım.  Kimseye kaptırmam, bu sırayı.  Hödük gibi kaldım.  Konuşmalarından sanki, muhabbeti daha uzatmak istermiş gibi geldi bana.  Oysa, bir yere sözü varmış.  Kimbilir, belki de sözü falan yok.  Sadece, beni, başından savmak için uydurdu.  Düştüğüm, durma bak!  Ahmak gibi hissediyorum kendimi.  Eski, eskidir.  Neden, dönüp bakarsın?


../devamı yarın


      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Önceki Yazılar